17 Ekim 2008 Cuma

Sosyal Güvensizlik Yasası Yürürlükte

Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasası, 1 Ekim 2008 tarihinde Yürürlüğe girdi. AKP İktidarının, emek örgütlerinin ve sol partilerin yoğun muhalefetine ve yürüttükleri ortak mücadeleye rağmen yürürlüğe soktuğu yasa, emekçiler açısından çok ciddi hak kayıpları getiriyor.

Sosyal Güvenlik Reformuyla Hedeflenen Nedir?

Türkiye’de, 24 Ocak 1980 tarihinde, Süleyman Demirel hükümeti tarafından alınan ve literatüre “24 Ocak kararları” olarak geçen kararlarla, IMF’nin istekleri doğrultusunda ekonomik bir yapısal dönüşüm gerçekleştirildiği bilinmektedir. Bu tarihten itibaren işbaşına gelen sağcı iktidarlar tarafından, sosyal güvenlik tasfiye sürecine sokulmuş; 1999’da Ecevit Hükümeti döneminde yürürlüğe giren “Mezarda Emeklilik Yasası”, bu sürecin en önemli adımlarından biri olmuştur. AKP İktidarı, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinde son adımı, 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası ve bu yasada değişiklik yapan 5754 Sayılı Yasa ile atmıştır.

Çözülen devletin sermaye tarafından yeniden yapılandırıldığı içinden geçtiğimiz dönemde, cumhuriyetin tasfiyesiyle çakışan sosyal güvenliğin tasfiyesi, kamuda da özelleştirmeye işaret etmektedir. Devletin görev ve sorumluluğu en son aşamada söz konusu olacaktır.

Böylesi bir dönemde hayata geçirilmeye çalışılan sosyal güvenlik reformu, aynı zamanda toplumsal yapılanmanın yeniden kurgulanmasına yönelik de bir girişimdir. İşçi sınıfının sadece sosyal hakları değil, kimliği de elinden alınmak istenmektedir. Kapitalizm kendisiyle uyumlu bir insan tipi yaratmada sosyal güvenliği bir araç olarak kullanmayı hedeflemektedir. İşletme ve işverenle bütünleşen, kaygılı ve kaderci bir insan tipinin yaratılması amaçlanmaktadır.

Sosyal Koruma Ya Da Hayır Mekanizmasına Geçiş

AB, IMF ve Dünya Bankası raporlarıyla yönlendirilen sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesiyle, sosyal koruma sistemine bir geçiş yaşanmaktadır. “Bağışlanan bir inayet sistemini”, bir “hayır mekanizmasını” çağrıştıran sosyal koruma, madalyonun bir yüzüne, düşkünleşmeyi yerleştirmektedir. Kapitalizm, yoksulları kendi hallerine bırakılamayacak bir potansiyel tehlike olarak gördüğünden, yoksullar sosyal yardımlar ile korunmaya alınmakta, yoksulluğun yönetilir kılınması amaçlanmaktadır. Kamu sadece en yoksul kesimlere, asgari düzeyde yardım yapmakla sorumlu olacaktır. Madalyonun diğer yüzünde ise, müşterileştirme ya da emekçilerin elinden alınacak bir kaynağın sermayeye transfer edilmesi söz konusudur.

Özel Sektöre Yeni Rantlar Yaratılıyor

Sosyal Güvenlik Reformuyla, bu reform kapsamında sağlanan asgari düzeyde sağlık hizmeti ve sosyal sigorta yardımını (yaşlılık aylığı, malullük aylığı, ölüm aylığı vs…) yetersiz bulanlara, cepten harcamaların artacağı bir model önerilmektedir.

2001 yılında yürürlüğe giren Bireysel Emeklilik Yasası ile istediği hedefe tam olarak ulaşamayan sermayeye, 5510 sayılı Yasa’yla engelsiz bir yol açılmıştır. Salt bireyin sorumluluğu temelinde ve fon biriktirme esasına dayalı özel emeklilik programlarının yanında, özel sağlık işletmelerine de yeni rantlar yaratılmaktadır.

5510 Sayılı Yasa’nın 78. maddesiyle, sağlık hizmet sunucularının denetim yetkisinin özel kurumlara devredebileceğinin düzenlenmesi de, özel sektöre rant yaratmanın diğer bir adıdır.

Sigortasız Çalışma Artacak

Geçtiğimiz günlerde açıklanan III. Ulusal Program Taslağı’nda kayıt dışı çalıştırmayla mücadele edileceği açıklanıyordu. Bu süslü sözler, sigortasız çalışmanın artacağı gerçeğinin üstünü kapatamamaktadır. Emeklilik yaşının yükselmesi, prim ödeme süresinin uzaması, sağlık harcamalarının kısıtlanması ile işçilerin sigortasız çalışmaya teşvik edildiği açıktır.

5510 Sayılı Kanun’la herkesin sosyal güvenlik kapsamına alındığı yönünde vurgular yapılsa da, kapsam dışına çıkartılan çalışanların varlığından kimse söz etmemektedir. Kanun özellikle bazı belirli süreli çalışanları, hatta sürekli çalışanları ve asgari ücretin altında kazanca sahip olanları sosyal güvenlik kapsamı dışına itmektedir. Belli bir kazancın altında gelir elde eden, belirli süreli olarak çalışan tarım işçileri ve belirli süreli olarak tarımda bağımsız çalışanlar, sosyal güvenlik kapsamı dışına itilen bir grubu oluşturmaktadır. Böylelikle mevcut düzenlemeye göre zorunlu sigortalılık kapsamında bulunan çalışanların artık yeni yasanın yürürlüğe girmesiyle hizmet tespit davası açma hakkı yoktur. Oysa ki, mevcut düzenlemeye göre asgari ücretin altında ücret verilenler, hizmet tespit davaları ile sigortalılık haklarını geçmişe dönük olarak kazanabilmekteydi.

Sağlıkta Felakete Doğru

Ülkemizde sağlık hakkının tasfiyesi süreci, Avrupa’da, Balkan ülkelerinde yaşanan süreçle büyük bir benzerlik göstermektedir. 7,5 milyonluk Bulgaristan’da 2,5 milyon kişi sağlık sigortasından ve onun sunduğu temel teminat paketinden bile yoksun hale getirilmiştir.

Sosyal güvenlik kurumlarının prim toplaması gibi bir sorun yaşanmaktayken, sağlık hizmetinin sağlanması için primlerden toplanan havuzdaki para yeterli olmadığında, temel teminat paketinin kapsamının daraltılması söz konusu olabilecektir. SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı tarafından güvence altına alınan şeker hastalığı, kanser gibi hastalıklar tedavi giderleri nedeniyle güvence dışına çıkarılabilecektir. Kar -zarar hesabıyla çalışan bu sistem yüzünden, Ukrayna ve Rusya’da 9 bin insan hayatını kaybetmiştir.

Bu noktada yapılması gereken, sermayenin emekçi sınıfların emeğine, bedel ödeyerek kazanmış olduğu haklarına yönelik saldırısını durdurmak olmalıdır. Ancak bunu yaparken, savunmacı bir çizginin ötesine geçilmelidir. Sadece yitirilen son haklara değil, kamucu, yurtsever ve bütünlüklü bir sınıfsal tutumla, eşit parasız bir sağlık hakkına, devletin sosyal güvenceyi, sosyal hakları hiçbir şart olmadan sağlamasına odaklanılmalıdır.

TEK ÇATIYI DEVREYE SOKAN 5502 SAYILI SOSYAL GÜVENLİK KURUMU KANUNU

a- Sosyal Güvenlik Reformu ile hayata geçirilen model, tek çatı modeli olarak adlandırılmakta ve mevcut sosyal güvenlik kuruluşlarını tümüyle ortadan kaldırarak, tek bir sosyal güvenlik kurumuna dönüştürdü. 29 Temmuz 2004 tarihinde AB uyum süreci ve Dünya Bankası reformları doğrultusunda, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’nın hazırladığı “Beyaz Kitap” olarak anılan “Sosyal Güvenlik Sisteminde Refah Önerisi”nde şu şekilde bahsediliyordu: “Sosyal güvenlik alanında faaliyet gösteren çok sayıda kurumun bulunması, bu kurumlar kapsamında bulunan kişilerin hak ve yükümlülüklerinin farklılaştığı bir sosyal güvenlik sistemi yaratmaktadır. Bu dağınık yapı eşgüdüm sağlanması önlemektedir.”[1] Sosyal güvenlik reformunun ilk adımı böylelikle atıldı. 16.5.2006 günü TBMM’de sosyal güvenlik kurumlarını tek çatı altında birleştiren 5502 Sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu kabul edildi. Kanun 20 Mayıs 2006’da yürürlüğe girdi. Bu kanun için Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılmadı. Kanunla, Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı ortadan kalkarken; bu kurumların bütün aktif ve pasifleri, sosyal güvenlik ile ilgili tüm görevlerin toplandığı tek kurum olan Sosyal Güvenlik Kurumu’na aktarıldı. Bazı kurumlar ise örneğin, İş-Kur, Sosyal Dayanışma Genel Müdürlüğü Sosyal Güvenlik Kurumu’na bağlanmadı.

b- AKP’nin kadrolaşmasının önü açılmıştır. Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’nın ana hizmet birimleri, Sosyal Sigortalar Genel Müdürlüğü, Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürlüğü, Primsiz Ödemeler Genel Müdürlüğü, Hizmet Sunumu Genel Müdürlüğü, Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı ve Aktüerya ve Fon Yönetimi Daire Başkanlığı’dır. Emeklilik dahil bütün sigorta kolları, genel sağlık hizmetleri ve primsiz ödemeler bu kurumun bünyesinde toplanırken; Kurum, yönetim kurul, genel kurul ve başkanlıktan oluşuyor. SGK’daki asıl yönetim organı görevini ise, yönetim kurulu üstleniyor. Bu kurumun yönetiminde özel sektöre de yer verilirken, yönetim kurulunun on üyesinden beşi hükümeti temsilen görev yapıyor. Diğer 5 üyeyi çalışan ve işverenlerin temsilcileri oluşturuyor. Oyların eşitliği durumunda başkanın oyu çift sayılıyor. Burada yasama kuvveti devreden çıkarılmakta, AKP’nin kadrolaşmasının önü açılmaktadır.

Bu durum ayrıca, Türkiye’nin 1971 yılında kabul ettiği Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından hazırlanan Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında 102 Sayılı Sözleşme’ye aykırıdır. Uluslararası sözleşmeler bir ülkenin ulusal hukukunun, yasalarının üstündedir. 102 Sayılı Sözleşme kurumun yönetimini sadece işveren ve çalışanların temsilcilerine vermiştir.[2]

c- Yolsuzlukların önü açılmaktadır: Bu kanun ile kurumların iç denetimini yapmakla görevli kurullar ortadan kaldırılarak, “Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı” oluşturuldu. Sosyal güvenlik kurumlarında çalışan bir grup müfettişin, kanun tasarı halinde iken hazırladığı “Sosyal Güvenlikte Tek Çatı Sancısı” başlıklı raporda yeni oluşumun kurumlardaki denetleme otoritesini zayıflatacağı, uygulamayla birlikte yolsuzlukların önünün açılacağı, 600 müfettişin yalnızca %10’unun yolsuzluk dosyalarını inceleyebileceği vurgulanırken, “Tasarı ile üç Teftiş Kurulunda görevli 230 müfettiş ile en fazla 60 başdenetçi tarafından yürütülmesi kararı karmaşıklığa, siyasi tercihle seçim yapıldığı yönündeki spekülasyonlara ve denetçiler arasında huzursuzluğa yol açacaktır. Bu da kadrolaşmayı beraberinde getirir” denilmektedir.[3]

d- Kamu varlıklarının özelleştirilmesinin yolu açılmıştır: Sigortalıların, prim ödeyerek sahibi oldukları kurumların malvarlıklarından, yeni kurulan Sosyal Güvenlik Kurumu’nun “hizmet gereği ihtiyaç duymadığı” taşınır ve taşınmazları bir yıl içinde satışa çıkarılacağı belirtilmiştir. Peşkeş çekilecektir ya da diğer bir deyişle kamu varlıklarının özelleştirilmesinin yolu açılmaktadır.

e- Kanunla Sosyal Güvenlik Kurumu’nun hizmetlerinin sözleşmeli çalışan eliyle yürütülmesi hedeflenirken, Maliye Bakanlığı’na bağlı olan kamu çalışanlarının emekliliği, piyasa emekliliği haline gelecektir.


[1] Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (2004), age, s. 21.
[2] Sözer, Ali Nazım (2007), “5510 Sayılı Kanunu’nun Genel Sağlık Sigortasına İlişkin Düzenlemeleri”, Sosyal Güvenlik Hukuku Yasalar ve Gerçekler, İstanbul Barosu Y., 2007 s. 152.
[3] Cumhuriyet Gazetesi (2006), “Yolsuzluğun Önü Açılıyor”, 17 Mart 2006.

20 Haziran 2008 Cuma

"Sosyal güvenlik reformu"nu nasıl okumalı?

Çağımızda Hukuk ve Toplum Dergisi İlkbahar 2008

Bu çalışma, gündemdeki sosyal güvenlik reformunu tartışmayı amaçlıyor. 5510 Sayılı Kanun ve bu kanunda değişiklik öneren kanun tasarısı çerçevesinde toplumsal riskler karşısında insanları nasıl bir geleceğin beklediği, nasıl bir emeklilik ve sağlık sistemi ile karşı karşıya kalındığı sorgulanıyor. Çalışmada öncelikle yasalaşma süreci ve sosyal güvenlik reformunun hangi gerekçelerle sunulduğu ele alınıyor. Daha sonra 5510 Sayılı Kanun sigortalılık, kısa ve uzun vadeli sigortalar ve genel sağlık sigortası ile ilgili hükümler açısından inceleniyor.

Sosyal güvenlik reformu AKP ile gündeme gelmemiştir. 1999 yılında, DSP-ANAP-MHP hükümeti döneminde, “mezarda emeklilik yasası” olarak isimlendirilen 4447 Sayılı Kanun kabul edilmiştir. Emeklilik için yaş sınırı kadınlarda 50’den 58’e, erkeklerde 55’den 60’a yükseltilirken; prim ödeme gün sayısı 5000 günden 7000 güne çıkarılmıştır. Aynı hükümet döneminde, 2001 yılında, bireysel emeklilik ile ilgili kanun tasarısı da yasalaştı. Diğer düzenlemeler, kanun hükmünde kararname (KHK) olarak yapılsa da, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Daha sonra ise, AKP hükümeti göreve başlar başlamaz, iptal edilen KHK’ları yeniden pişirip önümüze getirmiştir. AKP hükümeti döneminde Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu kabul edilene kadar sosyal güvenlik kanunları sekiz kez değiştirilmiştir. Bugün AKP, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesini nihayete erdirmektedir.

Türkiye’de sosyal güvenlik reformunun gerekçeleri AKP döneminde özellikle iki belgede açıklanmıştır. 29 Temmuz 2004 tarihinde Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’nın hazırladığı “Beyaz Kitap” olarak anılan “Sosyal Güvenlik Sisteminde Refah Önerisi” gündeme sokulmuştur. İkinci belge ise, önceki belgenin birazcık değiştirildiği, Nisan 2005 tarihli “Sosyal Güvenlik Sistemi’nde Reform” başlıklı belgede açıklanmıştır. Sosyal güvenlik reformu daha önce dört tasarıda toplanırken daha sonra iki yasada somutlaştı: Yürürlük tarihi şimdilik 01.06.2008 olan, 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve 5502 Sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu. 20 Mayıs 2006’da yürürlüğe giren 5502 Sayılı Kanunla, Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı ortadan kalkarken; bu kurumların bütün aktif ve pasifleri, sosyal güvenlik ile ilgili tüm görevlerin toplandığı tek kurum olan Sosyal Güvenlik Kurumu’na aktarıldı.

Anayasa Mahkemesi’nin 5510 Sayılı Kanun’un bazı maddelerini iptal etmesinden sonra Sosyal Güvenlik Kurumu’nca 17 Mayıs 2007 tarihinde “Sosyal Güvenlik Reformu: Uygulama Öncesi Yeni Yaklaşım” isimli bir kitap yayımlandı. 15 Haziran 2007’de yürürlüğe giren “Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Uygulama Tebliği” ve “Tedavi Yardımına İlişkin Uygulama Tebliği”lerle, yürürlüğü ertelenen 5510 Sayılı Kanun parça parça yürürlüğe girmiştir.[1] 27.11.2007 tarihinde “Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” TBMM’ye sunulmuştur. Bu tasarıda, çalışanların kazanılmış hakkını gasbeden 5510 Sayılı Kanun’un daha da gerisine düşen yeni ilaveler vardır. Üzerinde hala çalışmaların yapıldığı Sosyal Hizmetler ve Yardımlar Hakkında Kanun Taslağı da reformu tamamlayacak diğer kanun taslağı olarak görülmektedir.

1999 yılında çıkarılan 4447 Sayılı Kanun’un etkileri 2035 yılına kadar geçiş süreciyle birlikte devam edecektir. Bu kanunun sonuçlarının hepsi hayata geçmeden sosyal güvenlikte yeni bir hak kaybıyla karşı karşıya kalınmaktadır. Sosyal güvenliğin tasfiyesine neden olan bu kanunlar, hukuktaki beklenilen ve kazanılan hakları korumamaktadır. Kanun koyucu beklenen haklar üzerinde her zaman değişiklik yapabilir. Fakat konu sosyal güvenlikte olduğu gibi sosyal yönü ağır basan konularda kazanılmış haklar kadar beklenen hakların korunması da önem taşımaktadır.[2]

Nasıl Bir Model Sunuluyor?

Türkiye’de sosyal güvenlik modeli Avrupa Sosyal Modeli ile uyuşuyordu. Mesleki faaliyet ölçütüne bağlı olan sosyal güvenlik sisteminin finansman kaynağını, esas olarak kazanç esasına dayalı sigorta primi oluşturuyordu. Sosyal güvenlik reformu ile, Avrupa Sosyal Modeli’nden uzaklaşılmakta, gerçek anlamda sosyal güvenlik sistemi olarak nitelendirilemeyecek olan Kuzey Amerika Modeli’ne yaklaşılmaktadır. Kuzey Amerika Modeli’nde, birey kendi güvenliğini sağlamak durumundadır. Devletin görev ve sorumluluğu, en son aşamada söz konusu olmaktadır. Belirtilen ideolojiyi yansıtan ABD Sosyal Güvenlik Sistemi, sadece asgari düzeyde emeklilik rejimi ile emeklilere ve yoksullara sağlık hizmetini kapsamaktadır.[3]

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci dikkate alındığında, bu modelin isabetli bir model olarak değerlendirilemeyeceği gibi iddialar ise yanlış değerlendirmelerin bir sonucudur. Avrupa Sosyal Modeli, kapitalizmin sosyal devlet politikalarını uygulamak zorunda olduğu bir dönemin modelidir. Kapitalizm 1970’lerden itibaren yaşadığı krizi aşmak için sosyal devlet uygulamalarına son vermeye başlamıştır. Sosyalist ülkelerin dağılmasından sonra işçi sınıfının mücadele ile elde ettiği hakları birer birer alınmaya başlamıştır.

Günümüzde Avrupa Sosyal Modeli’nin tamamen tasfiyesi söz konusudur. IMF ve Dünya Bankası programları Avrupa Birliği süreciyle uyum içindedir. Avrupa Birliği düzeyinde, Amsterdam Antlaşması ve Lizbon Zirvcsi’nde emeklilik yaşının yükseltilmesi, prim ödeme süresinin uzatılması, sağlık harcamalarının kısıtlanması önlemlerine ağırlık verilmesi hedeflenmiştir.[4] AB’nin merkez ülkelerinden Almanya’da, Fransa’da ve Balkan ülkelerinde sosyal güvenlik ve çalışma hayatında hak kayıpları artmıştır. AB’nin Türkiye’nin önüne koyduğu “Katılım Ortaklığı Belgesi”nde IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarına uyması gerektiği bildirilmiştir.

Sosyal güvenlik reformu iki basamaklıdır. Birincisi mevcut sosyal güvenlik kurumları tasfiye edilerek, merkezi bir yönetim altında, herkesin tek bir yasaya bağlı olduğu kamu sosyal güvenlik rejimidir. Kapsama alınan herkese asgari düzeyde sağlık hizmeti ve sosyal sigorta yardımı (yaşlılık aylığı, malullük aylığı, ölüm aylığı vs…) sağlanmaktadır. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu bu basamağı özetler. Bireyin sorumluluğu temelinde fon biriktirme esasına dayalı özel emeklilik programları, öngörülen modelin ikinci basamağını oluşturmaktadır.[5]

Sosyal Güvenlik Reformu Hangi Gerekçelerle Sunuluyor?
Gerek belgelerde yer alan, gerekse hükümet tarafından açıklanan gerekçeler şu şekilde özetlenebilir: Çalışanlar erkenden emekli olmaktayken, sosyal güvenlik kurumlarının aktüaryel dengelerinin bozulduğu ve bu kurumların verdikleri açıklar nedeniyle bütçede kara delik oluştuğu öne belirtilmektedir. Devlet bütçesinden karşılanan açıkların ülkemizin borçlarını ve faizi oranlarını arttırdığı, yatırımlarda daralmanın ve mevcut sosyal güvenlik sisteminin yapısının ülke ekonomisinin geleceğini tehdit ettiği söylenmektedir. Sosyal güvenlik kuruluşlarına bütçeden aktarılan kaynakların durduralacağı, bütçe açığının azaltılacağı ve faiz dışı bütçe fazlası hedefine ulaşılacağı belirtilmektedir.

Oysa ki burjuvazinin kayıt dışılığın önlenmesi konusunda bir amacı yoktur. Reform için öne sürülen “kara delik vurgusu”, sigortalı ile faydalanan arasındaki açı farkı değildir. Sosyal güvenlik sisteminin içinde bulunduğu krizinin nedenini, emek piyasalarındaki kayıt dışı olarak nitelendirilen istihdam biçimlerinin sürdürülmesinde aranmalıdır. Burjuvazi finansal sistemin sorunlarını çözmek için cebirsel aktüaryel hesaplamalarla çalışanların üzerinden kaynak elde etmektedir.

Mevcut sosyal güvenlik sisteminin vatandaşlarımızı yoksulluğa karşı koruyamadığı, sosyal güvenlik kurumları arasında eşitsizliklerin ve farklı uygulamaların olduğu, sigortalılar arasında eşitlik ve adalet ilkelerinin zedelendiği belirtilmektedir. Ve bu sorunların ortadan kaldırılmasında sosyal koruma önerilmektedir.

Sosyal Koruma

Bu reform kapsamında, “sosyal güvenlik” kavramı yerine “sosyal koruma” kavramı tercih edilmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Eski Bakanı Murat Başesgioğlu yaptığı bir konuşmada, sosyal güvenlik reformundaki amacı şu şekilde belirtiyordu: “Ülkemizde tam anlamıyla bir sosyal koruma sisteminin yasal mevzuatını oluşturmak.”[6] Konuşmasının devamında sözlerini şu şekilde sürdürüyordu: “Sosyal yardımın bir lütuf, bir atıfet, iktidar sahipleri, otorite sahipleri, imkan sahiplerinin keyfine göre dağıtacakları bir imkan değil, sosyal devletin ihtiyaç sahibi vatandaşa yapmak zorunda kaldığı yükümlülük olarak bir felsefe değişikliği yapıyoruz. Bu vatandaşlık bilinci de özgür bireyin yaratılması konusunda da önemli bir adım.”[7]

Sosyal yardımların artırılmasındaki temel neden, sosyal güvenliğin tasfiyesi sürecinde sosyal güvenlikten yararlananlar azaldığından, yoksulların sistemin dışına çıkacak olmasıdır. Kapitalizm, yoksulları kendi hallerine bırakılamayacak bir potansiyel tehlike olarak gördüğünden, yoksullar sosyal yardımlar ile korunmaya alınmakta, yoksulluğun yönetilir kılınması amaçlanmaktadır. Sosyal yardımların maliyeti, daha az olacağından aktarılan pay da daha az olacaktır, yani kamu sadece en yoksul kesimlere asgari düzeyde yardım yapmakla sorumlu kılınacaktır. Sosyal güvenlik ile yoksulluk arasında bağlantı kurulması, sadece sosyal yardımlarda değil, reformun bütününde göze çarpmaktadır. Bu yaklaşım, Dünya Bankası tarafından, uluslararası yardım kuruluşları aracılığıyla çeşitli ülkelerde, Aşağı-Sahra Afrikası, Güney ve Güneydoğu Asya (Hindistan, Bangladeş), Latin Amerika’da (Brezilya) başarılı bir şekilde uygulamaya sokulmuştur.[8] Ortaya çıkan fazlalık, yoksullara değil, burjuvalara akmıştır. “Bağışlanan bir inayet sistemini”, bir “hayır mekanizmasını” çağrıştıran sosyal koruma ile, madalyonun bir yüzünde düşkünleşmenin yer aldığı bir sürecin yasa taşları örülmektedir.[9]

Reform metnine göre, emekçiler ve patronlar yoksulluk riski en düşük kesim olarak görülürken, bu kesimler, sosyal güvenlik sisteminin öncelikli hedef grubu dışında tutulmaktadır: “Sosyal güvenlik sistemi ile ücretli emek arasındaki içsel bağ kopartılmakta ve ancak dışsal bir ilişki olarak bu bağ yeniden kurulmaktadır. İçsel bağın kopartılması demek, sosyal güvenlik sisteminin artı değer sömürüsünün belli bir düzeydeki tazmini olarak örgütlenmesine son verilmesi demektir. Bu bağın dışsal bir ilişki olarak yeniden kurulması ise, sosyal güvenlik hizmetinin de sermayenin yeni kâr alanları olarak örgütlenmesini ifade etmektedir. (…) Önerilen sistemin ücretlilerle (memur ve işçi) birlikte bağımsız çalışanları (Bağ-Kur’luları) da aynı potada birleştirecek olması, sisteme katılanı ‘fon sahibi müşteri’ olarak görmesi anlamında, kendi içinde tutarlıdır.”[10] Madalyonun diğer yüzünde de müşterileştirme ya da tüm emekçilerin elinden alınacak bir kaynağın sermayeye transfer edilmesi söz konusudur.

5510 Sayılı Kanunu’nda Sigortalılığa Dair

Kanunun sigortalılık ile ilgili bazı hükümlerine bakılırsa:

* 5510 Sayılı Kanun’la herkesin sosyal güvenlik kapsamı içine alınacağı tarzda vurgular yapılsa da, kapsam dışına çıkartılan çalışanlar da vardır. Kanun özellikle bazı belirli süreli çalışanları, hatta sürekli çalışanları ve asgari ücretin altında kazanca sahip olanları sosyal güvenlik kapsamı dışına itmektedir. Belli bir kazancın altında gelir elde eden, belirli süreli olarak çalışan tarım işçileri ve belirli süreli olarak tarımda bağımsız çalışanlar, sosyal güvenlik kapsamı dışına itilen bir grubu oluşturmaktadır. Fakat prim ödeyerek, zorunlu genel sağlık sigortası yanında isteğe bağlı sigortalı olabilmektedir. 2925 sayılı Yasa’da tarım işçilerine sadece uzun vadeli sigorta yardımları değil, iş kazası, meslek hastalığı gibi kısa vadeli sigorta yardımları sunulurken, yeni kanunda tarımda belirli süreli belli bir kazancın altında gelir elde eden işçilere sadece uzun vadeli sigorta yardımları sunuluyor.

Böylelikle mevcut düzenlemeye göre zorunlu sigortalılık kapsamında bulunan çalışanların artık yeni yasanın yürürlüğe girmesiyle hizmet tespit davası açma hakkı yoktur. Oysaki mevcut düzenlemeye göre asgari ücretin altında ücret verilenler, hizmet tespit davaları ile sigortalılık haklarını geçmişe dönük olarak kazanabilmekteydi.[11] Artı değer sömürüsünün belli bir düzeydeki tazminini bazı emekçilere vermekten kaçınan kapitalizm, gözden çıkarttığı bu emekçileri müşteri hanesine eklemektedir.

* Anayasa Mahkemesi’nin kamu çalışanları ile ilgili hükümleri iptal etmişti. Yeni kanun tasarısına göre; kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra memur ve kamu görevlisi olarak çalışmaya başlayanlar kanuna tabi olacaktır. Kanunun yürürlük tarihinden önce çalışmaya başlayan kamu çalışanları için 5434 Sayılı Kanun’a akıflar söz konusudur. Kamu görevlileri kısa vadeli sigorta türleri dışında bırakılmıştır. Oysaki yürürlükteki düzenlemeye göre iş kazası, meslek hastalığı ile hastalık yardımları yapılmaktaydı.

* Yasada üç sigorta türüne bağlı sigortalılar tanımlanmaktadır: Uzun ve kısa vadeli sigortalı türlerine bağlı sigortalılar, isteğe bağlı sigortalılar ve genel sağlık sigortalılar. Zorunlu sigortaya uzun ve kısa vadeli sigortayla genel sağlık sigortası girmektedir. Kısa vadeli sigorta türleri; iş kazası meslek hastalıkları, analık ve hastalık sigortalılığından oluşmaktadır. Uzun vadeli sigorta türleri ise; malûllük, yaşlılık ve ölüm aylıklarını kapsamaktadır. Yürürlükteki kanunlara göre sağlık yardımları, sigortalı olmanın sonucu olarak sağlanırken, yeni yasa uzun ve kısa vadeli sigortalı kollarından bağımsız olarak genel sağlık sigortasını getirmiştir. Kısa ve uzun vadeli sigortalar parasal yardımı düzenlerken, genel sağlık sigortası parasal yardımları düzenlememektedir.

* İsteğe bağlı sigorta ile ilgili uzun hükümler konularak, bu sigortalılık çeşidi özendirilmektedir. Cepten daha fazla harcama ve özel sigortaya yönlendirme böylelikle ağır basmaktadır. Daha önce sigortalı olarak çalışmış, ama bugün işsiz olanın kendisinin prim ödemesine isteğe bağlı sigortalı denir. Yürürlükteki düzenlemede isteğe bağlı sigortalının 1080 gün prim ödenmesi aranırken, kanunla bu kaldırılmaktadır. Fakat kanun yürürlüğe girdikten sonra bu sigorta türünü ödeyenlerin hizmet sözleşmesi ile çalışan (işçi) gibi değil de, bağımsız çalışan gibi prim ödemeye başlayacaktır. Oysa şimdi tam aylık alabilmek için 9000 gün, yani 25 yıl fiilen prim ödemek durumundalar. 1260 gün ve daha fazla bağımsız çalışan gibi prim ödeyenler eski statüye bağlı olarak emekli olamayacaklardır.[12]

İsteğe bağlı sigortalı olabilmek için 18 yaşını doldurmuş bulunmak ve zorunlu sigortalı durumunda olmamak gerekmektedir. Bakılmakla yükümlü olunan kişi isteğe bağlı sigortalı olabildiğinde bakılmakla yükümlü sayılmamaktadır. İsteğe bağlı sigorta ya da uzun vadeli sigortalı kollarına tabii olmak onları genel sağlık sigortasına tabii kılmaktadır. Yürürlükteki düzenlemede olduğu gibi, isteğe bağlı sigortalının başkası üzerinden sağlık yardımı alması nedeniyle kendi sağlık sigortasından yararlanmayarak sağlık sigortası priminden muaf olma seçeneği kanunda söz konusu değildir.[13]

* İş Kanunu’ndaki kısmi süreli ya da part-time denilen çalışma süreleri ile ilgili hükümler, esneklik – emeğin bölünmesi süreciyle doğru orantılı olarak giderek sosyal güvenliğe de taşınmaktadır. 5510 Sayılı Kanun’la kısmi süreli olarak çalışan bir kişinin çalıştığı saatler toplanıp 7.5’a bölünmek suretiyle, kaç güne tekabül ediyorsa o kadar prim ödenmiş sayılacaktır. Eskiden bir genelgeyle kısmi süreli ve bir ay boyunca çalışanlar 30 gün prim ödemiş sayılıyorlardı.[14] Böylelikle kanunda işçilerin emeklilik için ödeyeceği prim gün sayısı artırılırken, kısmi çalışanların emekliliği daha da zorlaşmış olmaktadır.

Bu durumda bir de cepten daha fazla harcama anlamına gelebilecek bir durumdan bahsedilebilir. Kısmi çalışanlar eksik günler için de isterlerse isteğe bağlı sigortalı olabilecektir. Örneğin işveren 12 günlük primi ödeyeceğini bildirmişse, işçi 18 gün de isteğe bağlı sigortalı sayılacaktır. Fakat bu durumda işçinin ödeyeceği sigorta bağımsız çalışan gibi sayılıyor. Bu durum, sosyal güvenlik hukukundaki teklik ilkesine aykırı.[15] Yani bir sigortalı aynı anda birden başka sosyal güvenlik kurumuna bağlı olamazken, kanunla kısmi çalışanın iki ayrı hüküme tabi olması da teklik ilkesinin zedelenmesidir.

* Topluluk sigortası kanunla kaldırılmaktadır. Topluluk sigortası kapsamında olan avukatlar ve noterler SSK’ya tabii idi. Fakat kanunla bağımsız çalışanlarla ilgili hükümlere tabii kılınmaktadır. Eğer eski statüye tabii olsalardı, 5000 ile 7000 gün arasında değişen prim ödeme gün sayılarıyla emekli olacaklardı. Oysa şimdi tam aylık alabilmek için 9000 gün, yani 25 yıl fiilen prim ödemek durumundalar. 228 Sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanun yürürlükte ve Kanundaki “son 7 yıl içinde fiilen prim ödeme gün sayısı bakımından en fazla hangi kuruma prim öderseniz o Kurum Kanununa göre o kurum tarafından aylık alırsınız” kuralı devam etmektedir. Buna göre 1260 gün ve daha fazla bağımsız çalışan gibi prim ödeyenler eski statüye bağlı olarak emekli olamayacaklardır.[16]

Kısa Vadeli Sigorta Türlerine Dair

5510 Sayılı Kanun ve yeni tasarıdaki bazı hükümlere bakılırsa:

* Kanunda, sigortalı kadına veya sigortalı olmayan karısının doğum yapması nedeniyle sigortalı erkeğe, çocuğun yaşaması şartıyla doğumdan sonraki altı ay süresince her ay, doğum tarihinde geçerli olan asgari ücretin üçte biri tutarında emzirme yardımı verileceği düzenlenmişken; 5510 Sayılı Kanun’da Değişiklikler Yapan Kanun Tasarısı’yla asgari ücretin üçte biri tutarında ve bir defa ile sınırlandırılmıştır. Ayrıca yeni tasarıda, işçilerin doğumdan önceki bir yıl içinde en az 90 gün yerine 120 gün kısa vadeli sigorta primi yatırmış olması şartı getirilmiştir.

* Yasada geçici işgöremezlik oranı değişmezken, sağlanacak ödeneğe bir üst sınır getirilmektedir. Ödeneğin net ücreti geçemeyeceği esası kabul edilmektedir. Oysaki mevcut düzenlemede ödemeler gelir vergisinden istisna edilmiştir. Şu sonuca da varılabilir: “Sigortalı aynı primi ödemesine rağmen yılın sonuna doğru daha düşük geçici işgöremezlik ödeneği alacaktır.”[17] Kanun Tasarısında ise, iş göremezlik ödeneğinin miktarının hesaplanmasında bir değişiklik söz konusu olmaktadır. Yatarak tedavide günlük kazancın yarısı, ayakta tedavilerde günlük kazancın üçte ikisi olarak düzenlemektedir.

Kanun sigortalıyı cezalandıran hükümler barındırmaktadır. GSS’nin sigortalıya verdiği sağlık yardımına rağmen sigortalının tedavi süresinin uzaması ve iş göremezliğinin artması durumunda, kuruma ek yeni masrafların çıkmasını önlemek amacıyla, sigortalının iş göremezlik gelirinin yarısına kadarının kurumca eksiltileceği düzenlenirken; doktorun alınmasını istediği tedbirlere uymayan sigortalılara bu tedbirleri yerine getirmedikleri süre için geçici iş göremezlik ödeneğinin verilmeyeceği belirtilmektedir.

* Başka birinin sürekli bakımına muhtaç olanlar hariç, sürekli iş göremezlik gelirinin güncellenmemiş tutarı, sigortalının ödenek hesabına esas alınan dönemdeki vergi, sosyal sigorta, genel sağlık sigortası ve işsizlik sigortası primleri kesintileri sonrası hesaplanan net ücreti geçemeyeceği belirtilmektedir. Mevcut durumda sigortalıya yapılan ödemeler gelir vergisinden istisna edilirken, şimdi durum farklılaşıyor. Sigortalının eline geçecek miktardan ücrete ilişkin vergi miktarları düşmektedir.[18]

Uzun Vadeli Sigorta Türlerine Dair

Sosyal güvenliğin tasfiyesi sürecinde asgari bir aylık sağlanıp, emeklilik hakkı gasp edilirken, emekçilere gösterilecek seçenek bireysel emeklilik sistemi olmakta; bu emeklilik sistemiyle, özel sektöre rant yaratmak amaçlanmaktadır. Ülkemizde sosyal güvenliğin tasfiyesiyle karşılaşılacak problemler için, AB üyesi ülkelere, Dünya Bankası tarafından bu modelin uygulandığı ülkelere bakılabilir. 1985 yılından itibaren Danimarka ve Hollanda dışındaki tüm AB üyesi ülkeler, emekliliği tasfiye eden reformlar gerçekleştirmişlerdir.[19] Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan’da sosyal güvenliğin tasfiyesi ile sigorta primleri artmış, emeklilik yaşı yükselmiş, primlerin bir bölümünün özel emeklilik programlarına yönlendirilmesi nedeniyle kamu rejiminin finansman dengesi bozulmuş, yoksulluk sınırının altında maktu emeklilik aylılığı ödenmesi nedeniyle, emeklilerin yaşam koşulları aşırı ölçüde kötüleşmiştir.[20] Bulgaristan’da emeklilik yaşı, her yıl 6 ay yükseltilirken, bunun dışında uygulanan bir puanlama sistemi ile de emeklilik çok daha zor bir hale getirilmiştir. Zorunlu emeklilik sigortası kapsamında toplanan primlerde % 25 çalışan, % 75 işveren oranı vardır. Bu oranların 2009’da % 50 - %50 olması hedeflenmektedir. Yaklaşık 8 milyon nüfusu olan ülkede 2.5 milyon emekli olduğu düşünüldüğünde uygulamanın ne kadar önemli olduğu daha da açık görülmektedir. Devlet bütçesinin % 10’unu oluşturan bu ödemelerin 2009’da tamamen ortadan kalkarak, sistemin kendini finanse edecek duruma geleceği ve devlet sübvansiyonunun olmayacağı belirtilmektedir.[21]

5510 Sayılı Kanun ve yeni tasarıdaki uzun vadeli sigorta türlerine dair düzenlemelere kısaca bakılırsa:

* Yaşlılık aylığı (emeklilik) için prim gün sayısı, 7 binden 9 bin güne çıkarılmaktadır. Kanunun yürürlüğe girdiği tarih ile 31.12.2035 tarihleri arasında sigortalı olacak kadın 58, erkek ise 60 yaşını doldurunca emekli olacaktır. Prim gün sayısında kademeli bir artış olacaktır. 9000 gün prime 2026 yılında ulaşılacaktır. 01.01.2036 ile 31.12.2047 arasında sigortalı olacak kişiler için 9000 gün prim şartı var. Prim gün sayısında kademeli bir artış yok, fakat yaş kademeli olarak artacaktır. 2048’de emeklilik yaşı kadın ve erkek için değişmiyor ve 65 olacaktır. 2048’de sigortalı olanlar için 9000 gün prim ödeyerek 65 yaşında emekli olabilecektir.

* Belirli süreli çalışanlar, sözleşmeli olarak çalışanlar, çalıştıkları sürece prim ödemelerine rağmen emeklilik haklarını elde edemeyecektir. Kısmi aylıkta 4.500 günden 5.400 güne çıkarılmaktadır. Artık yılda 120 gün çalışabilenler, tam aylığı hak etmek için 75 yıl; yılda 90 gün çalışanlar ise, tam aylığı hak etmek için 100 yıl çalışacaktır. Kısmi aylık hak etmek içinse, yılda 120 gün çalışanlar 45 yıl, yılda 90 gün çalışanlar 60 yıl çalışmak zorunda kalacaktır.

* Birinci derece sakatlığı olan sigortalılar 45, ikinci derecede sakatlığı olan sigortalılar 50, üçüncü derecede sakatlığı olanlar ise 55 yaşını doldurmadan ve gerekli görülen prim gün sayısı tamamlanmadan emekli olamayacaktır.

* Çalışanların ve emeklilerin maaşlarında önemli düşüşler olacaktır. Emekli maaşları %23 ile %33 arasında düşecektir. Halen çalışma yaşamında geçen her yıl için SSK ve Bağ-Kur’da %2.6, Emekli Sandığı’nda ise %3 oranında aylık bağlanmaktayken, yeni düzenlemeyle sigortalılara, emeklilik sisteminde geçirilen her yıl için 2015 yılı sonuna kadar %2,5 oranında; 2016 yılından itibaren ise %2’lik aylık bağlama katsayısı geçerli olacaktır. Yeni tasarıda ise aylık bağlama oranları, her yıl için %2 olarak belirlenmektedir.

* Yeni tasarıda güncelleme katsayısında da bir değişiklik önerilmektedir. Yaşlılık aylığının hesaplanmasında tüm hizmetler dikkate alınırken, yaşlılık aylığının artışı yalnızca enflasyon oranı ile sınırlı tutulmaktadır. Emekli aylığının artışı, olması gereken kadar olmayacağı gibi, refah payı da verilmeyecektir.[22]

* Yeni tasarıda çalışmak zorunda kalan emeklilerin maaşının kesilmesi önerilmektedir. Bağımsız çalışanlara ise sosyal güvenlik destek primi ödeme koşulu getirilmektedir.

* Yeni tasarıya göre, malullük aylığı bağlanması için en az on yıldan beri sigortalı olup, toplam 1800 gün malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi bildirmiş olması gerekmektedir.

* 5510 Sayılı Kanun’da Ölüm aylığı alabilmek için işçilerin 900 gün prim ödeme şartı, yeni tasarıda 1800 güne çıkarılmaktadır.

* İş kazası ve meslek hastalığı dışında herhangi bir hastalık sonucu ölüm halinde cenaze ödeneği verilebilmesi için en az 360 gün malullük, yaşlılık ve ölüm sigortası primi ödenmiş olması aranmaktadır. Yürürlükteki düzenlemede herhangi bir prim ödeme koşulu yok. Kanunda asgari ücretin üç katı tutarında cenaze ödeneği düzenlenirken, tasarıda asgari ücretin iki katı olarak belirlenmektedir.

* 5510 Sayılı Kanun yıpranma payı olarak bilinen fiili hizmet zammı konusunda çalışanlar aleyhine hükümler barındırmaktadır. Yeni tasarıda kapsam yeniden çalışanlar aleyhine bir düzenlemeyi içermektedir. Fiili hizmet zammından yararlanabilmek için 3600 gün fiilen çalışma şartı getirilmektedir.

* Yeni tasarıda grev ve lokavtta geçen süreler, ücretsiz doğum ya da analık izin süreleri borçlanılacak sürelerden sayılmaktadır.

Genel Sağlık Sigortası (GSS) İle İlgili Düzenlemelere Dair

Sağlıkta dönüşüm olarak nitelendirilen süreç ile sosyal güvenliğin tasfiyesi iç içe geçmiştir. SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi, aile hekimliği sistemine geçiş GSS’nin yürürlüğe girmesi için bir alt yapı hazırlığıydı. 1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren hazırlanan GSS çalışmalarını nihayete erdiren AKP, sağlıkta liberalizasyon sürecini tamamlamayı hedeflemektedir.

Ülkemizde sağlık hakkının tasfiyesi süreci, Avrupa’da, Balkan ülkelerinde yaşanan süreçle büyük bir benzerlik göstermektedir. 1999-2000’de Bulgaristan Sağlık Sistemi de hızlı bir değişimin içerisine girmiştir. Bulgaristan’daki sağlık reformunu finanse eden kurumlar ve programlar arasında, AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkelerdeki temel finans aracı PHARE programı ve Dünya Bankası bulunmaktadır. Sağlık Bakanlığı sağlık hizmet sunumundan çekilip sağlık hizmetleri yerel yönetimlere devredilirken, sağlıktaki özelleştirmelere hız verilmiştir. Sağlık sigortası sistemi ve aile hekimliği uygulaması başlamıştır. İnsanlar, hasta olduklarında, her muayene için katkı payı ödemek ve temel teminat paketinin dışında kalan hizmetler için cepten ödeme yapmak zorunda kaldı. İçeriği her yıl yeniden belirlenen temel teminat paketi giderek daraltılmıştır. Sağlık sigortasının herkesi kapsandığı söylense de, 7,5 milyonluk ülkede 2,5 milyon kişi sağlık sigortasından ve onun sunduğu temel teminat paketinden bile yoksun duruma gelmiştir.[23]

Sigorta, 1970’lerde bunalıma giren kapitalizmin krizini aşmak için başvurduğu yöntemlerden biridir. Bu, genellikle ekonomik sıkıntı çeken, gelişmekte olan kapitalist ülkelere, emperyalist ülke ve finans kurumlarının dayatmasıdır. Özünde varlıklı sınıflardan vergi topla(ya)mama tercihinin ürünüdür.[24] Sigorta fonu ile tekellere bir ek sermaye yaratılır. Sigortanın sermayeyi rahatlatıcı bir etkisi vardır.[25] GSS ile sağlık piyasasında, sermayenin istediği ölçüde denetleyemediği parayı merkezileştirmek ve merkezileştirilen sermayenin özel sağlık kuruluşlarına transferi söz konusudur.

Genel Sağlık Sigortası'yla aslında ikili bir sisteme doğru gidilmektedir. Bir tarafta emekçilere, yoksullara karşı daraltılmış ve düşük nitelikli bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi sunulurken, öte tarafta daha varsıl kesimlere cepten harcamalara dayalı bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi sunulmaktadır. Bu da özel sağlık sigortacılığıyla devreye sokulmaktadır.

5510 Sayılı Kanun ve yeni tasarıdaki GSS ile ilgili düzenlemelere kısaca bakılırsa:

* Sağlık yardımlarından yararlanma hakkı tümüyle prim ödeme şartına bağlanmaktadır. Sigortalı sayılanların, sağlık hizmetine başvurdukları tarihten önceki son 1 yıl içinde 30 gün GSS pirimi ödemesi gerekmektedir. Yeni tasarıda isteğe bağlı sigortalılar, oturma izni olan yabancılar yönünden bu koşul daha da ağırlaştırılıyor ve hiçbir prim borcunun bulunmaması şartı getirilmektedir.

* Aylık geliri asgari ücretin 1/3’ü kadar, yani 139,60 YTL’den fazla olan herkesten her ay 73-435 YTL arasında sağlık vergisi alınırken, 139,60’den az aylık geliri olanların primleri hazine tarafından karşılanacaktır. Prim ödemeleri %12.5 düzeyinde olacak; bunun %5’ini çalışan, %7.5’ini ise işveren ödeyecektir.

* Yeni tasarıyla asgari ücretin 1/3’inden az gelire sahip olanların primlerinin ilgili kamu idareleri tarafından her ay otuz gün prim ödenmesi zorunluluğu yerine; toplam kişi sayısının dörde bölünmesiyle bulunacak kişi sayısı esas alınmak suretiyle prim hesaplanması öngörülmektedir. 140 YTL’nin altında kazanan yoksullara devlet katkısı azaltılmaktadır.

* Devlet, Genel Sağlık Sigortası kapsamına temel teminat paketi koymaktadır. Ancak bunun içeriği kanunda sayılarak belirlenmiştir. Bazı sağlık hizmetleri kapsam dışında bırakılmıştır. Enflasyonun yüksek olması, genel sağlık sigortası uygulamasına geçildiğinde, ya prim artışı ya da teminat paketinin daraltılması ile sonuçlanmasını kaçınılmaz kılacaktır. Temel Teminat Paketi, toplanacak primlerin sağlık hizmetlerinin büyük kısmından yararlanmak için yeterli olmadığının, ödenen prime cepten ek katkı yapılacağının bir ifadesidir.

* GSS, prim temelinde cüzi sağlık yardımında bulunulması ve geri kalanın da katkı payıyla tamamlanmasını sağlamak üzerine oluşturulmaktadır. Tamamlayıcı sağlık sigortasıyla kişilerin daha farklı kapsam, fiyat ve kalitede sağlık hizmetleri talep etmeleri durumunda, kişi kendi cebinden ya da özel sigortasından aradaki farkı karşılayacaktır.

5510 Sayılı Kanun’a göre, ayaktan tedavide hekim ve diş hekimi muayenesi; ortez, protez, iyileştirme araç ve gereçleri; ayakta tedavide sağlanan sağlık hizmetlerinden yararlanmak isteyen katkı payı ödeyecektir. Yeni tasarıyla bu düzenleme bütün sağlık hizmetleri için genişletileceği, yatan hastaların tedavilerinden de katkı payı alınması düzenlenmektedir. GSS ile uygulamadan kaldırılan yeşil kart sahipleri için de katkı payı alınması önerilmektedir.

* İş kazası, meslek hastalığı ile acil durumlar dışında, sevk zincirine uyulmadan yapılan başvurulara ilişkin sağlık giderleri karşılanmayacaktır. Yeni tasarıda ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmet sunucularına sevksiz başvuru yapılırsa katkı payı beş katına kadar artırılabileceği düzenlenmektedir.

* Kanuna göre, sigortalılar, sözleşme yapılmayan hastanelerden ve öğretim üyesinden hizmet almak isterse bunun için fark ödemek zorunda kalacaktır. Tasarıda, bu sınırlama sadece sözleşmeli kamu idaresi sağlık hizmeti sunucuları için devam ederken, özel sağlık hizmeti sunucularının ise ilave ücret alması serbest bırakılmaktadır. Sağlık hizmetinden yararlanabilmek için vergi, prim ve katkı payı yeterli görülmüyor bir de tasarıyla ilave ücret önerilmektedir. Bıçak parası meşrulaştırılmaktadır.

Sonuç Yerine

Bu çalışmada, geniş bir açıdan 5510 Sayılı Kanun ve bu kanunda değişiklik öneren kanun tasarısı ele alındı. Türkiye’nin gerçeklerinden uzak bu düzenlemelerle, cepten daha fazla harcamayı getirdiği, sermayeye rant yaratıldığı vurgulandı. 2008 yılında emek mücadelesinin en can alıcı noktası, sağlık ve sosyal güvenlik hakkını tasfiye eden bu düzenlemelerin yasalaşma süreci olacaktır. Bu noktada yapılması gereken, savunmacı bir çizginin ötesine geçmelidir. Sadece yitirilen son haklara değil, eşit parasız bir sağlık hakkına, devletin sosyal güvenceyi, sosyal hakları hiçbir şart olmadan sağlamasına odaklanılmalıdır.

Çağımızda Hukuk ve Toplum Dergisi Sayı: 25/2 İlkbahar 2008

[1] Okur, Ali Rıza (2007), “Anayasa Mahkemesi’nin İptal Kararı Sonrasındaki Gelişmeler”, Güncel Hukuk Dergisi, Aralık 2007, s. 18.
[2] Şakar, Müjdat (2007), “Kazanılmış Haklar Bağlamında Uzun Vadeli Sigortalar ve 5510 Sayılı Yasa Uygulamasında Çıkacak Sorunlar”, Sosyal Güvenlik Hukuku Yasalar Ve Gerçekler, İstanbul Barosu Y., s. 122.
[3] Güzel, Ali (2006), “Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Yeniden Yapılanma; Öngörülen Modelin Değerlendirilmesi”, İş Hukuku Uygulama Sorunları Ve Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Yeniden Yapılanma, İstanbul Barosu Y., s. 108-113.
[4] Güzel, Ali (2006), age., s.116.
[5] Güzel, Ali (2006), age., s. 117-118.
[6] Başesgioğlu M. (2007), Sosyal Güvenlik Hukuku Yasalar Ve Gerçekler, İstanbul Barosu Y., s. 16.
[7] Başesgioğlu M. (2007), age., s. 18.
[8] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Chossudovsky, Michel (1999), Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çiviyazıları Y.
[9] Özuğurlu, Metin (2005), “Türkiye’de Sosyal Politikanın Dönüşümü”, Toplum Ve Hekim Dergisi, TTB Yayını, Sayı:2, Mart-Nisan 2005, s. 93.
[10] Özuğurlu, Metin (2005), age., s. 92.
[11] Akın, Levent (2007), “Anayasa Mahkemesinin İptal Kararı Sonrasında Sigortalılığın Kapsamı Ve Primli Rejimle Bağdaşması”, Sosyal Güvenlik Hukuku Yasalar Ve Gerçekler, İstanbul Barosu Y., s. 33.
[12] Şakar, Müjdat (2007), age., s. 128.
[13] Akın, Levent (2007), age., s. 42.
[14] Şakar, Müjdat (2007), age., s. 129.
[15] Şakar, Müjdat (2007), age., s. 129.
[16] Şakar, Müjdat (2007), age., s. 127.
[17] Caniklioğlu, Nurşen (2007), “Kısa Vadeli Sigortalar Bağlamında 5510 Sayılı Yasa Uygulaması Ve Çıkacak Sorunlar”, Sosyal Güvenlik Hukuku Yasalar Ve Gerçekler, İstanbul Barosu Y., s. 80.
[18] Caniklioğlu, Nurşen (2007), age., s. 85-86.
[19] Akkaya, Yüksel (2005), “Avrupa Birliği, İşçi Sınıfı Ve Sosyal Güvenlik”, Toplum Ve Hekim Dergisi, TTB Yayını, Sayı:2, Mart-Nisan, 2005, s.100.
[20] Güzel, Ali (2005), “Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Öngörülen Reform Mevcut Sorunlara Çözüm mü?”, Çalışma Ve Toplum Dergisi, Sayı: 7, www.birlesikmetal.org.
[21] Kapaklı, Erkan (2003), Bulgaristan Sağlık Sistemi İnceleme Gezisi, www.istabip.org.

[22] Şakar, Müjdat (2007), age., s. 130.
[23] Hekim İnisiyatifi (2005), “AB Üyeliği Her Şeyin Daha İyi Olacağı Bir Yalandır”, www.yurtsevercephe.org.
[24] İlker Belek ve Navarro’dan aktaran: Soyer, Ata (2004), Sağlık Devriminden Küreselleşmeye Darbeden AK Partiye Sağlığın Öyküsü, s. 243.
[25] Belek, İ., Nalçacı, E., Onuroğulları, H., Ardıç, F. (1998), Türkiye İçin Sağlık Tezi, Sorun Y., s. 95.

Çağımızda Hukuk ve Toplum Dergisi 2. Sayı


Toplumcu bir yazar: Reşat Enis

Yoğunluk Dergisi Sayı:19 Ocak 2008

"Niye böyle yapıyoruz? Ikına sıkına iki uzun hikaye yazabilmiş bir züppeye, büyük romancı diye sayfalar ayırıp, özel sayılar düzenliyoruz da, yaşadığı dönemin toplumsal ve bireysel panoramasını, bir düzüne baba romanla çizmiş bir kalem erbabını, böyle hiçe sayıyoruz. Cinayet bu be!”[1]

Attila İlhan, Reşat Enis’ten bahsederken, işte bu gerçeğin altını çiziyor… Evet bir cinayet işleniyor. Emperyalizmin kültür kuşatmasının ve toplumsal çürümenin yaygın olduğu günümüzde, emekçileri anlatan eserler ve bu eserlerin yaratıcıları bilinçli olarak unutturuluyor. Yerleri popüler edebiyatın kolay tüketilmeye hazır ürünleriyle veya fildişi kulesinden yazanlarla dolduruluyor:

“Böylece sanatçı ve sanatı, kendi yapısallığı ve bütünlüğü içinde değil de, kurulu düzenin egemenleri ve art niyetli uygulayıcılarının istediği biçimde okura sunulmuştur. Bırakın nesnel değerlendirme yaptıklarını savlayanları, öznelliğin koyu noktasında olanlar bile insanda tenle tinin; sanatta da dünya görüşüyle yaratının (eser içeriğinin) birbirinden ayrılmayacağını çok iyi bilirler. Ama dışladıkları dünya görüşünü devre dışı bırakmak ve sanatçıyı da ellerinden geldiği her biçimde yıpratmak isterler. O nedenle okurla kitap arasına girip, yazarını da unutturmaya çalışırlar.”[2]

Yordam Kitap tarafından yayınlanan “Kırmızı Karanfil”, uzun yıllardır gün ışığına çıkmayı bekleyen bir eser. Kırmızı Karanfil’in yayınlanması, Reşat Enis’in vasiyetnamesindeki naçizane isteklerinden biriydi. Ölmeden kısa bir süre önce bitirdiği eseri, ölümünün ardından 22 yıl sonra basılır.

Bu yazıda, Reşat Enis’in yayınlanan son eseri vesilesiyle toplumcu gerçekçi bir yazarın bilince çıkarılmasına bir katkı sunulması hedefleniyor.

Unutturulan Yazarın Eserlerine Dair

80 sonrası kuşağın adını dahi duymadığı Reşat Enis, bir dönem Türk edebiyatında en tanınan yazarlardan biriydi. 1930 yılında Sultanahmet Adliye Sarayı’nda muhabirlikle gazeteciliğe adım atar. 1968 yılında emekli olana kadar gazetecilik yaparken bir yandan da roman ve öykü türünde eserler verir. İlk eseri 1930’da yayınlanan “Kılıcımı Sürüyorum” adlı öykü kitabıdır. Daha sonra roman türüne yönelir.

Toplumcu gerçekçi roman anlayışının gelişmesine katkıda bulunan Reşat Enis, romanlarında ağırlıklı olarak İstanbul’un kenar mahallelerini, emekçileri, düşkünleri ve serserileri anlatır. Büyütecini toplumun alt katmanlarına tutar. Eserlerinde toplumsal duyarlılıklar söz konusu olduğu gibi insani durumlar da en ince ayrıntısına kadar ele alınır.

Reşat Enis sadece İstanbul’u anlatmaz. Tahir Alangu’nun ifadesiyle, o Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’lerin habercisi olmuş önemli bir yazardır.[3] 1933 yılında yayınlanan “Gong Vurdu” adlı eserinde, Anadolu’yu, köy emekçilerini anlatacağının müjdesini verir. Çukurova’yı ve toprak emekçilerini ele alır, örneğin “Toprak Kokusu” adlı eserinde. Bu eserinde ağanın toprak emekçilerini sömürmesini ve onların yoksulluğunu anlatır. Halide Edip Adıvar, bu eser için, “Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nden daha güçlü bir yapıt” diye yazar.[4]

İşçi sınıfına dair ilk eser veren yazarlardan biridir, Reşat Enis. 1937’de yayınlanan “Afrodit Buhurdanında Bir Kadın” adlı eseri, Nazım’ın ifadesiyle, “Türk edebiyatının temel taşıdır”.[5] İşçilerin özellikle sanayi ve yer altı maden işçilerinin yaşantısı mercek altına alınırken, kadın işçilerin çifte sömürülüşü, patronlar tarafından tacize uğrayışını ayrıntılarıyla ele alır. “Sarı İt” ise, 1960’lı yıllarda, işçi sınıfından kesitler sunuyor. İşçi sınıfının hareketlendiği, grevlerin filizlendiği bir dönemde, sendika-işçi-patron ilişkilerini kaleme alır.

Kırmızı Karanfil

Bu eserde, yazarın diğer eserlerinden farklı olarak bir olay örgüsünden bahsedemeyiz. Diğerlerinde ana konunun yanında öykücükler söz konusuyken yazar bu eserinde bir tarihsel kesiti alıp dönemin toplumsal ve siyasal olaylarını, kendi hayatını ve karşılaştığı insanları anlatır. Yazar her ne kadar 1979 - 1980’li yıllardan bahsetse de, 1. Dünya Savaşı’na rastlayan çocukluğuna, gazeteciliğine ve yitirdiği eşine dair anılarına döner. Geriye dönüşler ya da konular arasında kurulan benzerlikler de zorlama değildir, eserin akıcılığını bozmaz. Yazarın yer yer mizaha başvurması da akıcılığı artıran diğer bir nedendir.

Yazar, Kırmızı Karanfil’de, diğer eserlerinden bahsederken toplumsal olayları ve insani duyarlılıkları nasıl ele aldığını anlatır. Bu eserinde de, bu yaklaşımın izlerini görürürüz. Reşat Enis, serserileri ve sokak satıcılarını en ince ayrıntısına kadar betimler.

Cavit Orhan Tütengil ve Ümit Yaşar Doğanay gibi iki akademisyenin öldürülmesine de değinir. Devrimci gençlerin yanındadır ve onlara desteğini sunar. Onların mücadelesini yansıtır. Devrimci ve ilerici insanların işkenceye uğramasını ele alır. Kitaba adını veren öykücük devrimci bir kızın, Ayşın’ın öldürülmesini anlatır:

‘“Dokuz ay dar karnımda götürdüğüm oğul – Dolama beşiklerde belediğim oğul – Dolap dolap ak sütümü emzirdiğim oğul’ diye söyleniyordum Dede Korkut gibi…
- Olmaz böyle şey… Ayşın ölemez… Olamaz… Olamaz… Olamaz! diye çırpınıyordum. ‘Hangi dağ daha yüksek bizim yüreğimizden, hangi deniz daha büyük bizim özlemimizden…”[6]

Reşat Enis, siyasal çatışmaları ve toplumsal olayları olduğu gibi yansıtmaya çalışır. Yazar, eserinde bir devrimcinin ağzından şu sözleri aktarır:

“Neler gördüm Çorum’da? Yetmişlik bir emekçi (Sünni) diyordu ki: Alevi’ye kız vermişiz. Alevi’den evlenmişiz. Kanımız birbirine girmiş. Akraba, hısım olmuşuz. Biz mi birbirimize kurşun atacağız? Köpekler, namussuzlar… Kandırdıkları insanları üzerimize saldırdılar. Mezhep kavgası değil bu… Baskı kurmak isteyen yöneticilerle Çorumlu yoksul halkın kavgasıdır bu…”[7]

Reşat Enis, 12 Eylül dönemini de anlatır. Dönemin siyasal eleştirisini de keskin bir dille yaparken, Özal’a dair şunları söyleyecektir :

“Şikago Üniversitesi ekonomi profesörü Friedman’ın metotlarını Türkiye’de uygulayan, başarısızlığını başarı gibi gösteren hokkabazın biri… Adana’lıların loğ taşı dedikleri ve zaman zaman toprak damlarını ezip sertleştirdikleri taş… Bu adamın metotları da loğ taşı gibi ülkeyi yamyassı etmiştir; insanların canına ezan okumuştur.”[8]

Reşat Enis’te Toplumsal Duyarlılık

Reşat Enis kimleri konu edindiğine ve roman tekniğine dair şunları söyler:

“Ünlü bir ozanımız, batan güneşin son ışımlarını Üsküdar’daki tahta evlerin camlarında seyreder de coşkuya kapılıp ‘dörtlük’ler sıralar. Yıkılmaya yüz tutmuş evlerin camları gerisindeki yoksulları düşünmez: Sofrasına koyacak ekmek bulamayanları… Hasta döşeklerinde doktorsuz, ilaçsız kıvrananları… Bu hastaların başucunda yüreğinin yağı eriyenleri…

Ben toplumun romancısı olmaya uğraştım. İnsanlarımın çevrelerine girdim. Onlarla birlikte ağladım. Onların arasından ayrılıp evime dönünce, hıçkırıklarımı tutamazdım bir süre… Sofra başında boğazıma dizilirdi yediklerim…”[9]

Reşat Enis, romanlarını yazarken, emekçilerin arasına girer, onları gözlemler ve adeta bilim adamı titizliğiyle gördüklerini yazıya döker. Bu özelliğinin arkasında gazetici kimliğinin etkisinin olduğu yadsınamaz:

“Gerçeklere aykırı düşmesin diye Tıp Fakültesinin Morfoloji enstütüsünde ‘kadavra havuzları’nı görmüştüm. O havuzlarda yüzen kadavralar! Haftalarca et yiyememiştim. Çorba içememiştim. Çorba kasesi içindeki et parçaları, kadavra havuzlarını ansıtırdı bana… O havuzlarda yüzen kadavraları! O havuzlara düşen kadavraların serüvenlerini hayal ederdim. Boğazım düğümlenirdi.”[10]

Yazara “senin tek romanındaki gereçlerle on roman yazılır” diyenlere, o gazeteci yanıyla şu cevabı verir:

“Bu işin profesyoneli (esnafı) değil, amatörüyüm ben… Gereç savurganlığı saymam bunu… Gereçlerimi ‘eliaçık’ça harcarım. Yazmakla tükenir mi yaşamdaki bu gerçekler?”[11]

Reşat Enis’in romanlarına baktığımızda olaylar ardarda sıralanır. Romanında ana hikayenin yanında, yan hikayeler vardır. Bu hikayeler anlatımdaki akıcılığı etkilemez.

Güzel ve özenli bir dile sahip olmanın yanında, unuttuğumuz sözcükleri yeniden hatırlatan bir yazardır.

Yazarın Burjuvazinin Tepkisini Çekmesi

Haksızlıkların karşısındaki duruşu ve sermayedarların emekçileri sömürüsünü deşifre eden tutumu yüzünden şimşekleri üzerine çekmekte gecikmez. Toplumsal eşitsizlikleri günyüzüne çıkaran bir yazar olarak kitapları yasaklanacak, hakkında soruşturma açılacaktı.

Reşat Enis’in “Despot” adlı eseri, hem kendinin hem de birilerinin başına iş açar. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Büro’daki polis memurları eroin kaçakçıları ve yapımcıları ile ilgili doküman vererek eserinde işlemesi için yardımcı olurlar. Reşat Enis bir gün teşekkür amacıyla gittiğinde görevli polis memurlarının Van ve Erzurum’a atandığını öğrenir:

“Anlamıştım: ‘Despot’, zülfüyare dokunmuştu. (Yukarıdaki) güçlüleri ‘eroincilerin koruyucularını’ tedirgin etmişti.
(…)
Dava açıldı diye, romanı yayınlayan gazete pabucumu elime vermemiş miydi benim de?”[12]

Türkiye burjuvazisinin eleştirisinin cesurca yapıldığı Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, toplatılamaz. Matbuat Umum Müdürlüğü (Basın Yayın Genel Müdürlüğü) zararlı damgası vurmuştu esere. Toplatılması gerektiği yönünde hükümete rapor vermeye hazırlanıyordu. Müdürlükte görevli olan Sadri Ertem, “Toplatılması, yapıtın üzerine dikkati çekecektir” diyerek yetkilileri yanıltıp eserin toplatılmasını engellemişti.[13]

Toprak Kokusu ve diğerleri, Afrodit Buhurdanında Bir Kadın’dan farklı kaderleri paylaşır. Toprak Kokusu, 1945 yılında Bakanlar Kurulu tarafından yasaklanır. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu ile bir toplantıda tanışan Reşat Enis’e, Saraçoğlu şunları söyleyer:

“Yapıtını okudum, beğendim; dedi, ama mecliste bir toprak yasası görüşülüyor. Meclis üyelerini etkiler düşüncesi ile yasaklattım ‘Toprak Kokusu’nu… Yasa çıkar çıkmaz yasaklama kalkacak.”[14]

Yasa çıkmaz ama eser üzerindeki yasak kalkar.

Reşat Enis son eserini 1980 darbesi döneminde yazmıştı. Darbeyle yeni bir dönem başlıyordu. Oysa yaşadığımız günler, o günleri bile aratırcasına toplumsal çürümenin had safhaya ulaştığı günler. Reşat Enis’i okumak, toplumcu gerçekçi edebiyatın ürünlerini yeniden anımsamamız anlamına gelecek ve sermayenin kültürüne karşı emekçilerin sanat cephesinin değirmenine su taşıyacaktır.


[1] Aktaran Büke, Ahmet, “Raaat, Hazrolll. Soldan Unut!”, 25 Mayıs 2006, http://www.onceekmek.com/yazarlar/abuke/ahmetbuke14.html
[2] Gençay, Güngör, “Afrodit Buhurdanında Bir Kadın”, Evrensel Gazetesi, 13.02.2003
[3] Gündüz, Aydın, “Unutturulamayan Romancı”, Evrensel Gazetesi, 27.01.2002
[4] Enis, Reşat, Kırmızı Karanfil, Yordam Kitap, Eylül 2006, s. 143
[5] Enis, Reşat, a.g.e., s. 141
[6] Enis, Reşat, a.g.e., s. 238
[7] Enis, Reşat, a.g.e., s. 200
[8] Enis, Reşat, a.g.e., s. 229
[9] Enis, Reşat, a.g.e, s. 49-50
[10] Enis, Reşat, a.g.e, s. 49-50
[11] Enis, Reşat, a.g.e, s. 49-50
[12] Enis, Reşat, a.g.e., s. 143-144
[13] Enis, Reşat, a.g.e., s. 141
[14] Enis, Reşat, a.g.e. s, 120

Emperyalizmin faşizmi olağanlaştırdığı bir süreçte uluslararası ceza yargılaması gereksizleşiyor mu?

Irak’ta direnenlere…*

Kadı olan davacı
Ve muhbir dahi şahit
Ol mahkemenin hükmüne
Derler mi adalet?
Ziya Paşa

Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesi’nden Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne, Miloşeviç’in yargılanmasından Saddam’ın yargılanmasına, Guantanamo’dan gizli cezaevlerine…

11 Eylül ile birlikte ABD, savaşın meşru olduğu, kan dökmenin ürkütücü olmayacağı ve BM’nin güç kullanma kararının uygulanmayacağı bir dönemi açmıştı. 11 Eylül’ü bir milat olarak ele almamak gerekiyor; ancak ABD emperyalizmi uygulamayı düşündüğü stratejilerine uygun bir kılıf yaratarak, bunları hızlıca uygulamaya başladı. “Terörle mücadele” ettiğini söyleyen dünyanın hakimi ABD, saldırgan politikalarında kendine ayak bağı olan uluslararası hukuku yeniden yapılandırmak için uluslararası kuralları geçersizleştiren bahaneler arıyor. Emperyalizm, baskıyı sürekli artırıyor. Bir anlamda tıkanan boruyu kırarak açmaya çalışıyor. Bu süreçte, savaş ve düşmanlık üreten program uygulamadadır. Emperyalizmin bu programdan vazgeçmesi bir yana, emperyalizm bu programın şiddetini artıracaktır. Burada, emperyalist-kapitalist sistemin koordinatlarında bir değişimden, kapitalizmin faşizmi olağanlaştırıyor olmasından bahsedebiliriz. Uluslararası alanda meşruiyet aranmaması, emperyalizmin faşizme eğilim gösterdiğinin bir kanıtıdır.

Devletler üstü uluslararası organların yerini kimi zaman güçlü olanın meclisinden çıkan kararlar alıyor veya başkanının ağzından çıkan kural haline geliyor. Böylelikle tek yaptırım gücünü elinde bulunduran emperyalizm “adalet” dağıtıyor. Önsoruşturma aşamasından mahkemeye çıkma sürecine kadar olağanüstü yargılamanın alanı fazlasıyla genişliyor ya da olağanüstü yargılama olağan hukukun bir yansıması haline geliyor. 11 Eylül’den sonra pek çok insan hiçbir delil olmaksızın tutuklandı, gözaltına alındı, avukat tutmalarına ve avukatlarıyla görüşmelerine, tutukluluk hallerine itiraz etmelerine izin verilmedi. Yargılama sürecinde ispat yükü yer değiştirdi, buna göre sanıklar ispatlayabilirse tutukluluk halleri sona erecek.

Emperyalizm, burjuvazinin ilerici kazanımlarından olan hukuk ve hukuk kurumlarını ayaklar altına alıyor. ABD askerleri tutsakları yargı önüne çıkarmadan cezaevine koyuyor ya da Irak’ta tutsaklar, bir kontrgerilla örgütü olan ölüm mangaları tarafından birkaç dakika süren yargılama sonrasında infaz ediliyor. Irak’ta Ebu Garib Cezaevi’nde ya da başka yerlerde yapılan işkenceler, ABD’nin hukuku hiç dikkate almadığını gösteriyor. Bahsettiğim bu durum, Guantanamo’da El Kaide üyelerinin, Saddam’ın ve Miloşeviç’in yargılanmasında da karşımıza çıkıyor. Miloşeviç ve Saddam davaları emperyalizmin işgalci, yasadışı, keyfi tutumunun çarpıcı örnekleridir. Uluslararası meşruiyeti bile gözetmeksizin Irak’ı işgal eden ABD ve işbirlikçileri, Saddam’ı idam etti. Emperyalizm, idam kararıyla kendi aleyhine dönen mahkemeyi kapatıp, Irak’taki direnişi etkisizleştirmek istiyor. Benzer görüntülerle Yugoslavya’ya yapılan saldırı sonrasında, Miloşeviç davasında da karşılaşmıştık. Miloşeviç’in mahkemede emperyalizmi yargılaması sonucu mahkeme basına kapatılmıştı. Miloşeviç’in kuşkulu ölümü de, emperyalizm için bu yargılamanın bir an evvel bitirilmesi ihtiyacına karşılık geliyordu. Ölmeleri/öldürülmeleri ile birlikte emperyalist ülkelerin yaptığı katliamların en büyük tanıkları da ortadan kaldırılmış oluyordu.

Bu yazıda uluslararası hukukun geçersizleştirilmesi, hatta daha doğru bir ifadeyle gereksizleşmesi, uluslararası ceza yargılamasındaki değişiklikler açısından ele alınacaktır. 1991 sonrasındaki dönemin ağırlık kazanacağı bu yazıda, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne, Balkanlar somutluğunda Miloşeviç’in yargılanmasına, 11 Eylül’le birlikte daha da saldırganlaşan emperyalizmin Afganistan’ın işgali sonrası kurduğu Guantanamo Üssü’ne, Irak’ın işgali sonrasında Saddam’ın yargılanması sürecine bakılacaktır.

Ortadoğu’daki Baas rejimlerini veya kalıntılarını dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir rejimle karşılaştırmak mümkün değildir. Bazı çekincelerle ortaklık yakalamak mümkün. Baas rejimlerinin tarihi, özellikle SSCB döneminde, emperyalizme sorun çıkaran bir sicile sahip. Bağlantısızlık tarihi rolü gereği SSCB’nin varlığına çok şey borçluydu. Hatta varlığının temel dayanağı, bağlantısızlığı kabul ettiren SSCB idi. Bu rejimler iki kutuplu dünyada kendilerine kurdukları yaşam üçgeninde soluk alıp verdiler. Tabii ki, artık on yıllar önceki Baas rejimlerine benzeyen bağlantısız Ortadoğu ülkeleri yok. Bağlantısızlığın temelinde ya da SSCB’nin uluslararası alanı belirlediği bir dönemi veri olarak aldığımızda ise, Balkanlar ile Ortadoğu arasında bir benzerlik yakalamak, Sovyetler Birliği’nin prestijinin hesaba katıldığı durumda mümkündür.

Uluslararası Hukukun Kısa Tarihçesi

Uluslararası hukuk, çeşitli devletlerdeki egemen sınıfların iradelerini yansıtır. Emperyalizm, egemenliğini uluslararası alanda kullanılan normlarla meşrulaştırır. Emperyalistler, ülkelerin kamusal ve doğal varlıklarının yağmalanması, işsizliğin artması, insanlarının yoksullaşması gibi sonuçlara yol açacak düzenlemeleri, antlaşmalarla, sözleşmelerle, belgelerle veya bunlar gibi başkaca yollarla dayatır. Böylelikle uluslararası hukukun kendinden menkul bir şey olmadığı görülür.

“Uluslararası hukuk” denilen süreç, sınıflar arasındaki mücadelenin uluslararası planda yansımasını bulduğu ilk dönemlere kadar uzanır. Ancak, bugünkü anlamıyla uluslararası hukukun, 20. yüzyılda ve özellikle Milletler Cemiyeti’nin kurulması ile ortaya çıktığı görülür. Uluslararası hukuk, ekonomik ve siyasal yapılarında kesin ayrılıklar bulunmayan Avrupa devletleri tarafından oluşturulmuştu ve zorunlu olarak da bunların ekonomik, sosyal damgasını taşıyordu. Uluslararası hukuk kuralları, pazarların yeniden oluşturulmasını içeriyordu. Sömürge olan Afrika ve pek çok Asya ülkesiyle birlikte Çin’in uluslararası kişiliği yoktu ve bu durum sömürgeci geleneğin (Avrupa merkezciliğin) uluslararası alana yansımasından başka bir şey değildir.[1]

Uluslararası hukukun sistemleşmesi, Birleşmiş Milletler dönemi (1946) ile başlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasal durum, Avrupa’da yeni bir siyasal ilişkiler düzenini doğurdu. Her şeyden önce iki devlet (ABD ve SSCB) uluslararası ilişkiler alanına ağırlıklarını koyuyorlardı. Kutuplaşma başlamıştı. Eski sömürgeler, himaye yönetimi altındaki ülkeler bağımsızlıklarına kavuşuyorlardı. Böylece “uluslararası kanun koyma tekeli”ni emperyalizm elinden kaçırıyordu. Emperyalizm yalnızca “Avrupa Kamu Hukuku”nu ve ardından sözde uluslararası hukuku, kendi ortak çıkarları doğrultusunda yaratan olamayacak; fakat sosyalizmin varlığında kendini konsolide etme ihtiyacı duyacak, sömürü mekanizmaları farklı bir şekle bürünecekti. Uluslararası hukuk ve uluslararası ceza yargılaması düzleminde kural kabul ettiren reel sosyalizmin varlığı olmuştur.

Bu dönemde SSCB, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Kurulu üyesi olarak, ABD ve diğer müttefiklerinin çıkarmayı istediği “uluslararası güç kullanımı” kararlarını her seferinde veto etmişti. BM’nin Kore’ye askeri müdahale kararı ise SSCB’nin BM Güvenlik Kurulu toplantılarını boykot ettiği bir dönemde alınmıştı.

“Uluslararası hukukun içerik değiştirme süreci”, 1991 yılı sonunda SSCB’nin dağılmasıyla başlamıştır. SSCB’nin dağılmasından sonra emperyalizm, yeni sömürü alanlarını ele geçirme ve iktidarını sağlamlaştırma yoluna başvurmuştur. Daha önceleri emperyalizm tarafından genel geçerliliği olan sınırlara dokunulmazlık bile yeni dönemdeki çıkarlar için çiğnenecektir.

Bu süreçte, uluslararası hukuk kuralları yeni döneme uygun şekilde yorumlanarak, BM ve Güvenlik Kurulu aktif bir şekilde devreye sokuldu. SSCB’nin yokluğunda BM’nin ABD lehine çalışması yadırganmamalıdır. Dünya üzerindeki hegemonyasını güçlendirmek isteyen ABD, amaçları için daha saldırgan BM hedefledi; aykırı sesler çıktığında BM’yi maddi zorluklara sokarken, etkisizleştirmeye çalıştı. BM bu dönemde daha çok askeri misyonlarla ön plana çıkarıldı. Bugün artık BM’nin dünya üzerinde barışı ve güvenliği sağlama işlevi kalmamıştır.

Son süreçte ise, BM’nin tasfiyesi, güncelliğini koruyor.[2] BM’nin tasfiyesini isteyen ABD’nin BM Büyükelçisi John Bolton 1998’de neoconlarla birlikte yazdığı ve Irak’a müdahale edilmesini istediği mektupta “Amerikan politikası, BM Güvenlik Konseyi’nde oybirliği aramak gibi bir sakat ısrarla daha fazla devam edemez” denmişti. Bolton benzer ifadeleri daha sonra da kullanmıştı: “Bugün Güvenlik Konseyi’ni yeniden yapılandırıyor olsaydım, tek bir daimi üye olsun isterdim. Çünkü dünyadaki güç dağılımının gerçek karşılığı budur.”[3]

Uluslararası Alanı Belirleme Yetkisi Kimin Elinde?

Bilindiği gibi ABD, BM Güvenlik Kurulu’ndan Eski Yugoslavya’ya saldırı için izin almadı. Üstelik ortada saldırıya uğrayan bir NATO ülkesi de yoktu. Sırbistan’a karşı müdahale konusunu, Güvenlik Kurulu’na Rusya’nın kesin gözüyle bakılan vetosu nedeniyle getiremeyen ABD ve müttefikleri, “acil insani durum” gerekçesiyle Sırbistan’a karşı askeri müdahaleye giriştiler. Bu durum da uluslararası hukukun kurallarının gerektiğinde uygulanmayabileceğini gösteriyordu. Yugoslavya’ya karşı kanunsuz bir savaş başlatan NATO, her türlü kuralı hiçe saymaktaydı.

ABD bulduğu düşman(lar)la savaşımında dünyanın kritik bölgelerinde önemli mevziler elde etti. 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin BM Güvenlik Kurulu’ndan güç kullanma yetkisi almadan Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi, güç kullanmanın yalnız ABD’nin hakkı olduğunu bir kez daha kanıtladı! ABD Irak’a işgale hazırlanırken AB ülkeleri, saldırının ancak BM Güvenlik Kurulu’ndan karar aldıktan sonra gerçekleşmesini istiyorlardı. Bunun arkasında yatansa, meşruluk sorunu değil, Irak petrollerinden pay almak istemeleriydi.

Uluslararası hukukun “güçlünün hukuk yaptığı bir alan”[4] olduğu bir yanılsama değildir. Emperyalizmin, sosyalizmin yokluğunda kendi koyduğu hukuk kurallarını da çiğnemekten kaçınmadığı ve saldırganlığını hukuksal bir maskeyle gizleme gereği bile duymadığı açık. Kısaca, uluslararası hukuk normları, sermayenin veya emperyalizmin çıkarlarıyla çeliştiğinde yeniden düzenlemeye tabi tutulur ya da bir başka kutbun veya reel sosyalizmin yokluğunda yeni düzenleme bile yapılmadan ve yeni meşrulaştırma araçlarına başvurmadan es geçilebilir.

11 Eylül sonrası emperyalizm, saldırganlıkta sınır tanımazken, özellikle 2005 ve 2006 yıllarında emperyalizmin lehine bir kazanım olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Emperyalizmin, sosyalizmin bir dünya sistemi olarak ortadan kalkmasından bu yana insanlığa dayattığı temel ideolojik çerçeve bir süredir ikna ediciliğini yitirmiştir. Bu da, ABD emperyalizminin hegemonyasını sorunsuz bir şekilde sürdürmesinin önündeki engelleri artırmaktadır. Gerek Latin Amerika’da Küba, Bolivya ve Venezuela’nın diğer bir cepheyi kurmaları, gerek Irak direnişi bu engeli somutlamaktadır. Havana’da gerçekleştirilen 2006 Bağlantısızlar Zirvesi’nde BM’nin reformdan geçirilmesi ve uluslararası hukukun işletilmesine dönük ısrarlı vurgular yapılmıştır. Emperyalizm direnen odakları, ülkeleri işbirliğine zorlarken emperyalizmin karşısında bir kutuptan değil, bir işbirliğinden söz edilebilir. Bunun bugünkü ortamdaki olası en ileri politik sonucu iki kutuplu dünya sisteminin uluslararası hukukunun zorlanmasıdır.[5]

I- Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesi’nden Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne…

Uluslararası hukuka göre kolektif cezalandırma, konvansiyonlar gereğince kolektif bir otorite tarafından yapılır. Uluslararası ceza yargılama yetkisi, uluslararası hukuka göre yaratılan uluslararası ceza hukukunu uygulayarak uluslararası ceza mahkemelerinin yargılama ve ceza verebilme yetkisidir. Bugün uluslararası ceza hukuku olarak kabul edilen uluslararası antlaşma ve konvansiyon konularından bazıları şunlardır: Savaş suçları, saldırı, ırk ayrımı ve apartheid, insanlık dışı suçlar, işkence, soykırım, korsanlık, uluslararası hukukça korunanlara karşı tehdit ve kuvvet kullanma.

I. Dünya Savaşı sonunda, bugünkü anlamda uluslararası ceza yargılama yetkisini kullanacak bir mahkeme kurulması önerilmiş ve Versay Andlaşması (28 Haziran 1919) kabul edilmişti. Söz konusu antlaşmanın 227. maddesi, Alman İmparatoru II. Wilhelm Kayser’i yargılamasını öngörüyordu. Fakat II. Wilhelm’in tahttan indirilmesinden sonra kaçtığı Hollanda tarafından iade talebi reddedildiğinden böyle bir mahkeme kurulamadı.[6]

1943 yılında Moskova’da toplanan Roosevelt, Churchill ve Stalin, “savaş başlatarak ve planlı bir şekilde insanlığa karşı suç işleyenlerin, ulusal mahkemelerde değil, uluslararası alanda yargılanması” ilkesini kabul ettiler. 8 Ağustos 1945 tarihli Londra Sözleşmesi ile BM bünyesinde Nazi rejiminin üst düzey savaş suçlularının yargılandığı Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesi’nin kurulması ile bu ilke hayata geçirildi. ABD başlangıçta bu ilkeye ve mahkemeye itiraz etti, ancak SSCB’nin ısrarı karşısında itirazlarından vazgeçmek zorunda kaldı. Nazi Partisi’nin yönetiminde bulunan savaş suçluları yargılanırken, Nazi Partisi Siyasi Şefler Örgütü, SS’ler, Gestapo, SD, SA gibi yedi örgütün yasadışılığına karar verildi. Mahkemenin görevi, 1 Ekim 1946 tarihinde sona erdi. 19 Ocak 1946’da ittifak devletler ordusu genelkurmayınca kurulan Tokyo Askeri Ceza Mahkemesi de, Japonya’daki savaş suçlularını yargılayıp 12 Kasım 1948 tarihinde görevini tamamladı. Nuremberg ve Tokyo Askeri Mahkemeleri’nde uygulanan prensipler 11 Aralık 1946 tarihinde BM Genel Kurulu tarafından kabul edilmiştir. İki kutuplu bu dönemin önemli kazanımlarından biri de 1949 yılında Cenevre Sözleşmesi’dir.[7] Sözleşmeyle savaşta uyulması gereken insancıl kurallar düzenlenirken, sözleşme savaş suçu işleyenlerin yargılanması ile ilgili hükümleri de barındırmaktadır. Kapitalizme kural kabul ettiren işçi sınıfı mücadelesidir. Uluslararası hukuk ve uluslararası ceza yargılaması düzleminde ise kural kabul ettiren reel sosyalizmin varlığıdır.

Nuremberg ve Tokyo Askeri Mahkemeleri’nden sonra ya da soğuk savaş dönemi boyunca uzun bir süre uluslararası ceza yargılamasına rastlayamayız. SSCB’nin dağılmasından sonra emperyalizm kendilerinin sebep olduğu olaylar neticesinde, özel yaptırım mahkemeleri kurmuştur. Aynı uygulamanın paralelinde, 1993 ve 1994 tarihlerinde uluslararası toplumun kabul etmediği fiillerin (!) cezalandırılması amacı ile, BM Güvenlik Kurulu’nca “özel yaptırım mahkemesi olarak” (ad hoc) Eski Yugoslavya ve Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemeleri kurulmuştur. Nisan-Temmuz 1994 tarihleri içinde Ruanda hükümetinin istemi üzerine, BM Güvenlik Kurulu’nca 8 Kasım 1994 tarihinde kurulan mahkeme Tanzanya’nın başkenti Arusha’da faaliyet göstermektedir. Bu mahkeme, ABD’nin Tutsi kontrolünü desteklemek için kullandığı bir araçtır.[8] 1994'teki soykırımda Fransa’nın parmağı var. Büyük çoğunluğu Tutsi yaklaşık 800 bin kişi, Hutularca öldürüldüğü öne sürülüyor. Ölenler arasında katliama karşı çıkan Hutular da var. Mahkemenin tabi olduğu kurallar, Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin statüsü ve tabi olduğu kurallar esas alınarak hazırlanmıştır. Bunların dışında son on yılda uluslararası ceza yargılaması yapacak çeşitli mahkemeler kurulmuştur: Uluslararası Ceza Mahkemesi, Saddam’ın yargılandığı Irak Yüksek Ceza Mahkemesi. Bu mahkemelerin ortak özelliği, emperyalizmin etkisizleştirmek istediği bölgelere yönelik bir ideolojik aygıt olarak devreye sokulmasıdır. Bu mahkemelerle ilgili ayrıntılara daha sonra girilecektir.[9] Emperyalizmin ceza yargılamasına ilgisi son dönemde de sürüyor.

Sierra Leone Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi: Sierre Leone'deki 1992-2002 yılları arasındaki iç savaşta yaklaşık 50 bin kişi ölmüştü. İç savaş sırasında gerek hükümet birliklerinin, gerek isyancıların çeşitli katliamlar gerçekleştirdikleri öne sürülüyor. Sierra Leone için BM çerçevesinde kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, iç savaş sorumlularını adalet önüne çıkarmak amacıyla 2004’de kuruldu. Sierre Leone'deki mahkeme, Ruanda ve Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemeleri’nden bir yönüyle farklı. Çünkü mahkemenin yeri Sierre Leone’de. İlk olarak Moinina Fofana, Allieu Kondewa ve Sam Hinga Norman adlı yöneticilerin yargılanmasına başlandı. İsyancı olarak nitelendirilen Foday Sanko liderliğindeki Devrimci Birleşik Cephe üyeleri, ülkedeki rejimi devirmeye çalışırken çok sayıda cinayet işlemekle, kadınlara tecavüz etmekle, çocukları savaşmaya zorlamakla ve kurbanlarına kol ve bacaklarını keserek işkence etmekle suçlanıyor.

Mahkeme başkanı İngiliz yargıç Geoffrey Robertson tarafsız değildir. Çünkü Robertson, bu göreve atanmadan önce yazdığı bir kitapta, Sierra Leone'deki isyancıların "insanlığa karşı tiksindirici suçlar" işlediğini belirtmişti.

Sierra Leone’deki isyancıların en büyük destekçisi, komşu ülke Liberya'nın eski devlet başkanı Charles Taylor. Nijerya Devlet Başkanı Olesegun Obasanjo, iade etmesi için yapılan baskılar sonrasında ülkesinde sürgünde bulunan Charles Taylor’u iade etti. Taylor’un yargılanmasına başlandıktan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu, Charles Taylor'ın davasının Lahey Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'ne sevkine karar verdi. Taylor, Lahey’e gönderildi.

Refik Hariri suikastı ile ilgili uluslararası mahkeme girişimi: 2006’nın Mart ayında, BM Güvenlik Konseyi’nin talebiyle, Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri suikastı ile ilgili olarak rapor hazırlayan BM Genel Sekreteri Annan, Lübnanlı ve yabancı yargıçlardan oluşacak özel bir uluslararası mahkemenin kurulmasını istedi. Böyle bir mahkemenin Lübnan’da faaliyet gösteremeyeceğini, Hariri’ye yönelik saldırıların ardındakilerin kovuşturulmasının, Lübnan’da kalıcı bir barışı sağlayacak koşullar için zemin sağlayacağını belirtti. 13 Kasım 2006’da, Lübnan hükümeti, Hariri suikastının sorumlularını yargılamak için kurulacak uluslararası mahkemeyle ilgili BM taslağını onayladı; ancak Hizbullah karşı çıktı ve hükümet dağılma noktasına geldi. BM’nin gündeminde uluslararası bir mahkemenin kurulması varken, aynı zamanda Lübnan’da iç savaşa yol açabilecek bir suikast meydana geldi. Lübnan Sanayi Bakanı Piyer Cemayel’e düzenlenen suikast sonrasında, Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora, “Tüm Lübnanlıların uluslararası mahkeme için harekete geçmesinin zamanıdır” şeklinde konuştu. Bush da özel mahkemenin kurulması için acilen harekete geçilmesini istedi. Lübnan Devlet Başkanı Emil Lahud, mahkeme kurulması ile ilgili kararnameyi reddederek, Sinyora hükümetinin aldığı kararın meşru olmadığını belirtti. Mahkemenin kurulması ile Suriye’nin sıkıştırılması ve Lübnan’ın iç savaşa sürüklenmesi hedefleniyor.

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM): Daha önce çeşitli sözleşmelerde bir uluslararası ceza mahkemesi kurulması yer almışsa da hayata geçirilememişti. Soykırım, savaş suçları ve insan hakları ihlalleri gibi suçlarla mücadele etmek amacıyla sürekli çalışacak Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) kurulması yönünde, 1994 yılında BM’ye bağlı olarak Uluslararası Hukuk Komisyonu’nca oluşturulan tüzük tasarısı üye devletlerce Roma Antlaşması ile (17 Temmuz 1998) onaylanmıştır. Eski Yugoslavya ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemeleri, BM Güvenlik Kurulu’nun yan kuruluşu durumunda olduğu halde; Uluslararası Ceza Mahkemesi tüzel kişiliğe sahip, özerk bir uluslararası kuruluştur. Devletleri değil, bireyleri yargılayabilecek olan mahkeme ulusal (taraf) mahkemeden sonra veya ulusal mahkemenin yargılama yapamadığı takdirde yargılama yapabilecektir. Mahkemenin 1 Temmuz 2002 yılında faaliyete başlaması için Nisan 2002’de antlaşmayı BM’ye üye en az altmış ülkenin onaylaması gerekiyordu. Bu tarihte altmış altı ülke (bu sayı daha sonra artmıştır) onay verirken ABD, İsrail, Türkiye, Rusya ve Çin antlaşmaya onay vermedi.

Askerlerini mahkemeden muaf tutmak isteyen ABD, mahkeme sürecini baltalama girişiminde bulundu. AB’yi bir taraf olarak almayıp, AB’ye üye ülkelerle ikili anlaşmalar yaptı ve doğrudan mahkemenin kararlarını kendisi için geçersiz olacağını öne sürerken, AB üzerindeki baskılarını artırmaya devam etti. ABD, mahkemenin kuruluşunu sadece baltalamakla kalmayıp aynı zamanda mahkemeyi zayıf düşürdü. AB, ABD karşısında ortak politika dahi belirleyemedi ve adeta içten bölündü. Halbuki AB emperyalizminin SSCB’nin dağılmasından sonra ABD karşısında varolabilmek için yaptığı ataklardan biri UCM’nin oluşturulmasıydı. ABD’nin UCM’ye karşı olmasında kendi egemenliğini sınırlamak istemeyişi yatıyor. ABD kendi savaş suçlularını başkalarına yargılatmak istemiyor. ABD karşısında AB’nin de kendi payını artırmak için yeni hukuksal kurumlar yaratma çabalarının bundan sonra da olacağını öngörebiliriz. Ama bunlar da ABD emperyalizmi tarafından işlevsiz hale getirilmeye çalışılacaktır. Ne de olsa adalet ABD’den sorulur!

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kendilerini bağlamadığını belirten Colin Powell: “Biz dünyada insanları adalet önüne getirmede lideriz. Yugoslavya’da, Ruanda’da, Sierra Leone’de olduğu gibi. Biz inanıyoruz ki Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Amerikan ordu mensupları, diplomatları ve siyasi liderleri için uygun değil.” ABD tam dokunulmazlık verilmediği takdirde BM barış gücü operasyonlarını veto edeceğini belirtince, Güvenlik Kurulu’nda ABD gibi UCM antlaşmasını imzalamayan ülkelerin “barış güçleri”ndeki vatandaşlarına karşı 12 ay yargı ve soruşturma dokunulmazlığı sağlandı. Bu dokunulmazlık her yıl uzatılabilecek şekilde düzenlendi. ABD bu ek üzerine itirazını çekti. Mahkeme, ABD’nin sürekli baltalamalarına karşı ancak 2002 Eylül’ünün ilk haftasında ilk oturumunu yaparak çalışmalarına başladı.

BM’nin Şubat 2005’te hazırladığı raporda, Sudan’ın Darfur bölgesinde sivillere yönelik saldırıların insanlık suçu kapsamına girdiği ve bu suçların UCM’nin yargılama alanına girmesi gerektiği belirtildi. BM’nin önerisine karşı çıkan ABD, önce sanıkların Tanzanya’da BM ve Afrika Birliği işbirliği ile kurulacak bir mahkemede yargılanmalarını istemişti. Haftalarca süren görüşmelerin ardından ABD, askerlerinin UCM’de yargılanmayacağı güvencesini aldıktan sonra vetodan vazgeçti. BM Güvenlik Konseyi, Nisan 2005’te Sudan’ın Darfur bölgesinde, 2003-2004 yıllarında insanlık suçu işlediğinden kuşkulanılan kişilerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmasını öngören karar tasarısını kabul etti. Washington’un bir yandan uluslararası toplumun dikkatini Darfur’a çekmek için çaba harcarken, veto kararında ısrar etmesi imkansızdı. ABD Temsilcisi Büyükelçi Anne Patterson, ABD’nin suçluların UCM’de yargılanmasına halen karşı çıktığını, ancak Sudan’da bir şeyler yapılmasını istediği için oylamada veto yetkisini kullanmadığını ifade etti.

Reel sosyalizm sürecini göremeyen ya da görmek istemeyen liberal akademisyenler, hukukçular Nuremberg ve Tokyo Askeri Mahkemeleri’nden, Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) daha sistemli, giderek gelişen bir uluslararası ceza yargılamasından bahsediyorlar. Emperyalist sistemi sorgulamaktan kaçınan hukukçular uluslararası hukuka kendinden menkul bir değer atfediyorlar.[10]

Benzer bir yaklaşıma sahip Erdem Denk de Birikim dergisinde çıkan makalesinde, 11 Eylül sürecinde uluslararası hukuk anlayışının içinden geçtiği değişikliğin öze değil retoriğe ilişkin olduğunu vurgularken, “…uluslararası hukukun sil baştan yapılandırılması gerektiği açıktır. Adeta yeni bir ‘uluslararası toplum sözleşmesi hazırlanmalı ve uluslararası hukuk ve onun temel örgütleri yeniden kurgulanmalıdır. Bu çerçevede temel amaç, sadece (güçlü) devletlerin değil uluslararası toplumun bütün aktörlerinin bu sistemde temsil edilmesine imkan verecek ve herkesin temel hak ve çıkarlarını ve uluslararası toplumda hukukun üstünlüğünü garanti altına alacak bir yapı oluşturmak olmalıdır” demektedir.[11] ABD’nin uluslararası ceza yargılamasının önüne engeller çıkarttığını düşünen Denk, tek kutuplu dünyada hukukun çubuğunun güçlüden yana büküldüğünü hesaba katmak istemiyor: “UCM gibi evrensel yargı yetkisiyle donatılmış kurumların önündeki tüm engellerin kaldırılması ve hiçbir devlete ya da kişiye istisna ya da bağışıklık tanımayan tam bir uluslararası etkinliğe kavuşturulması zorunludur.”[12] Emperyalist-kapitalist sistemi deşifre etmek yerine sularında geziniyor: “Saddam Hüseyin ya da Miloseviç gibi diktatörler ve onların baskıcı ve dışlayıcı eylemlerine maruz kalanlar için ‘uluslararası toplum’un mutlaka bir şey yapması gerektiği ortada; buna özellikle acil durumlarda ‘insancıl müdahale’ yani gerektiğinde kuvvet kullanma da dahil” derken emperyalizmin halkları birbirine düşürmesine, insanların üzerine bombaların yağmasına kendince destek vermiş oluyor.[13]

Savaşa Karşı Yasal Eylem adlı bir kuruluşun İngiltere Başbakanı Tony Blair, Dışişleri Bakanı J. Straw ve Savunma Bakanı G. Hoon hakkında savaş suçu işledikleri için UCM’ye başvuru yapmasının UCM açısından ciddi bir sınav olduğunu da belirtmekten geri kalmıyor.[14] Oysa Uluslararası Ceza Mahkemesi “savaş suçu” işleyen emperyalistleri yargılayabilir mi? Ya da UCM, reel sosyalizm sonrası kurulan uluslararası ceza mahkemeleri gibi emperyalizmin politikalarına hukuki meşruiyet yaratmaya mı çalışacak? Bu soruların cevabını diğer bir suç duyurusunda bulabiliriz. Tony Blair ve İngiltere Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı hakkında bir suç duyurusu da İstanbul Barosu tarafından yapılmıştır. Suç duyurusunda Bush tanık olarak gösterilmiştir. UCM Savcılığı’nca İstanbul Barosu’na gönderilen yanıt, UCM’nin güçlünün hukukundan yana taraf olduğunu göstermektedir: Irak’ta işgalcilerin davranışları kastedilerek “… asıl göz önünde bulundurulması gereken şeylerden biri, özellikle kasten adam öldürme ya da tecavüz gibi ciddi suçlara kurban gidenlerin sayısıdır. Mahkemenin yargı yetkisi içinde bulunan, kasten adam öldürme ve insanlık dışı işleme uğrayan kurbanların sayısı 4 ile 12 arasındadır. Bu oran, savcılığın Kongo, Darfur ve Kuzey Uganda gibi yerlerdeki çatışmaları kapsayan üç yerden farklıdır. Bütün bu bulguları göz önünde bulundurursak Irak’taki durum, anlaşma uyarınca gerekli olan suç mağduru eşiğini karşılamaz görünmektedir” denilmiştir.[15]

II- Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (ICYT) Miloşeviç’in yargılanması ne ifade ediyor?

ABD, bir anlamda kendi hukuk tanımazlığını uluslararası alana hakim kılıyor. Uluslararası mahkemelerin tek kutbun egemen olduğu bu dönemde, emperyalizmin çıkarlarından başka bir çıkar tanımadıkları bir gerçek. Miloşeviç’in başına gelenler, şu anda Saddam’ın da, El Kaide üyelerinin de başına geldi, geliyor. Miloşeviç’in Saddam ile El Kaide üyelerinden siyasal yönden farkları ise ayrı bir tartışma konusu. Miloşeviç’in yargılanma sürecine bakmak, uluslararası ceza yargılamasının bugününü anlamamızı kolaylaştıracaktır. Emperyalizm, Yugoslavya’yı yerle bir ettikten sonra[16] kurduğu hukuktan nasibini almamış mahkemesiyle Yugoslavya’nın bütün değerlerini aşağılayıp ulusal hukukunu yok sayarken, saldırısını da meşrulaştırmaya çalışıyor.

1- Emperyalistler için bir ülkenin anayasası, mahkemeleri ve diğer hukuk kurumlarının pek bir önemi yok. Balkanlarda halkları birbirine kırdırmaya çalışan emperyalizmin saldırısında bir dönüm noktası, 2001 Nisan’ının başında Miloşeviç’in tutuklanması ile alındı. Yugoslavya hükümeti 100 milyon dolara Miloşeviç’in Lahey’e teslimini kabul etti. Yugoslavya Devlet Başkanı Kostunica da, Miloşeviç’in Lahey’e teslim edilmesi konusunda ABD’nin baskı yaptığını itiraf etti.

Yugoslav hükümeti Miloşeviç’in Lahey’deki mahkemeye verilmesini sağlamak üzere Meclis’te bir tasarıyı yasalaştırma girişiminde bulundu. Ancak başarılı olamadı. Bunun üzerine hükümet, bu engeli bir hükümet kararnamesi ile aşmaya çalıştı. Söz konusu kararname için bir dizi kurum ve kişi, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi’nin kararı beklenmeden Miloşeviç teslim edildi. Yugoslavya’nın Anayasası’na göre bir vatandaşın yabancı bir devlete teslim edilmesi için Yugoslav Anayasa Mahkemesi’nin onayı gerekiyordu. Yugoslav Anayasa Mahkemesi’nin vetosuna rağmen Miloşeviç, iç hukuk es geçilerek emperyalistlere teslim edildi.[17]

2- Mahkeme yasal bir dayanaktan yoksundur. 22 Şubat 1993 tarih ve 808 sayılı BM kararıyla kurulan Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin temel görevi, savaşı kurallara bağlayan Cenevre Sözleşmeleri’ne aykırı davranışları, dolayısıyla insanlık suçu kabul edilen eylemleri cezalandırmak.[18] Mahkeme sadece Eski Yugoslavya toprakları üzerinde işlenen suçları kovuşturma yetkisine sahip kılınmıştır. Mahkemenin tüzüğü insanlığa karşı cürmün silahlı bir çatışma esnasında işlenmesiyle sınırlı tutulmuştur.[19] 17 Kasım tarihinden itibaren Lahey’de toplantılarını yapmaya başlamasına rağmen, İngiltere mahkemenin oluşumu ile ilgili formaliteleri aksattığından mahkemede yargılama ancak 7 Mayıs 1996 tarihinde başladı. Mahkeme onlarca insanı suçladı.

Savaş suçları ile ilgili araştırmaları 2004’te sona eren Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin 2008’in sonlarına kadar duruşmalarını tamamlaması ve 2010’da da kapatılması hedeflenmiştir. Mahkemenin artık dağılacağı ve görevini yerel mahkemelere bırakacağına dair iddialar mevcut. 9 Mart 2005 tarihinde Saraybosna’da kurulan ilk yerel mahkeme de bu söylenenleri doğruluyor.[20]

Mahkemenin yasal dayanağını, uluslararası hukukta mevcut olan sözlü ve yazılı düzenlemelerde bulmak olanaklı değildir. ABD Eski Adalet Bakanı Ramsey Clark bu konuda şunları söylüyor: “BM Güvenlik Konseyi tarafından oluşturulmuş mahkeme ve diğer atanmış mahkemeler yasadışıdır, çünkü BM Misakı, Güvenlik Konseyi’ne herhangi bir ceza mahkemesi kurma yetkisi tanımamıştır. BM Misakı’nın söylediği açıktır. Böyle bir yetki 1945’te tanınmış olsaydı BM asla kurulamazdı. BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden hiçbiri BM Misakı’nda cezalandırmaya ilişkin bir madde olmasını kabul etmemiştir.”[21] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden bahsedilmesi ve kurulan mahkemenin tüzüğünün 4. maddesinde soykırım suçuna yer verilmesi nedeniyle, bu hükmün mahkemenin yasal dayanağını oluşturduğunu ileri sürmek doğru değildir. Çünkü, uluslararası sözleşme ile böyle bir mahkeme kurulmamıştır.[22] Savaş suçlarını yargılamakla görevlendirildiği söylenen bu mahkemenin uluslararası hukuka uygun olmadığını, BM’nin kendi danışmanları bile söylemektedir. Bu da, Uluslararası hukukun geçersizleştirildiğinin bir diğer kanıtı.

3- Mahkemenin bağımsız yargılama yetkisi yoktur. Emperyalizmin dayatmalarına uyulması da bağımsız olmadığını gösteriyor. Mahkemenin tüzüğünde BM tarafından finanse edildiğine dair ibare yer alsa da finansmanı yeterli olmadığı için mahkeme bağış kabul etmektedir. Mahkemeye göre en büyük bağışları yapan isimler şöyle: Madeleine Albright, George Soros, Time Warner Şirketi ve Rockefeller Vakfı.

NATO tarafından Yugoslavya’ya karşı girişilen saldırıda dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, o zamanki mahkeme savcısı Louise Arbour’dan Miloşeviç hakkında iddianame hazırlanmasını istemişti. Bu talebin ardında yatan istekse Yugoslavya’ya dönük saldırıda tereddüt eden müttefiklerin Miloşeviç’le bağlantı kurmasını engellemekti. Diğer yandan yine saldırı sırasında dönemin NATO sözcüsü Janie Shea, övünerek mahkemenin hiçbir zaman NATO üyesi ülkelerin liderlerine dönük suçlama geliştiremeyeceğini, çünkü mahkemenin NATO tarafından finanse edildiğini söylüyordu.

Yugoslavya’nın işgali sonrası yaşananlar hukuk yoluyla meşrulaştırılıyordu. Washington Post, 03.10.1999’da, “Mahkemenin çok kullanışlı bir politika aracı olduğunu ve suçlamaların, istenmeyen devlet başkanlarını diplomatik alanda izole etmeye, iç politikadaki rakiplerini güçlendirmeye ve uluslararası politik istekler için baskı yaratmaya veya askeri güç kullanmaya bahane yaratmaya yaradığını” yazdı.[23]

Belgrad, Nisan 2002’de ABD’nin ekonomik desteğine karşılık olarak savaş suçlularının Lahey’e teslimini öngören yasayı onayladı. Belgrad’ın mahkeme ile işbirliği AB ve ABD tarafından yeterli görülmüyor. Mahkemeye kendiliğinden teslim olan ve teslim edilen Eski Yugoslavya yöneticileri olduğu gibi Sırbistan bazı isimleri teslim edemedi. AB Ortak Dış Politika Yüksek Temsilcisi Javier Solana, Bosna-Hersek ve Sırbistan-Karadağ’ın AB üyeliğiyle ilgili olarak verilecek kararların başsavcı Carla del Ponte’nin değerlendirmesine bağlı olacağını söyledi. Carla del Ponte, Ekim 2005’de Sırbistan’ın Eski Genelkurmay Başkanı Ratko Mladiç’i yakalamak için hiçbir çabada bulunmadığını söyledi: “Süreçte hiçbir ilerleme yok, olsaydı, Mladiç şimdi Lahey’de olurdu.” Sırbistan Dışişleri Bakanı Vuk Draskoviç, “Eğer Mladiç’i yakalayıp bir sabah Lahey’e teslim etsek, aynı gün müzakere masasına tekrar oturur, bir hafta içerisinde de NATO’nun barış ortağı oluruz” derken Sırbistan Başbakanı Voyislav Koştunitsa, Del Ponte’ye Mladiç’i mahkemeye 2006 Nisan sonuna kadar teslim edeceğinin teminatını verdi. AB, Sırbistan’la üyelik müzakerelerini Belgrad’ın Mladiç’i teslim etmemesi nedeniyle durdurdu. AB ve Sırbistan arasında Ekim 2005’te başlayan İstikrar ve Ortaklık Anlaşması üzerindeki müzakerelerin 2006 sonunda tamamlanması öngörülüyordu. 08.03.2007 tarihinde Rehn, İstikrar ve Ortaklık Anlaşması’nın sonuçlanabilmesi için mahkeme ile “tam işbirliği” gerektiğini söyledi.

Sadece AB değil, ABD de bu konuda Yugoslavya’ya baskı yaptı. ABD, 2005’te yapacağı 10 milyon dolarlık yardımı dondurma ve Sırp bakanlıklarında görev yapan ABD’li teknik danışmanları geri çekme yönünde karar aldı. 10 milyon dolar kadar cüzi bir miktarı dert etmediklerini belirten Sırp yetkilileri, asıl sorunun ABD’nin desteğini çekmesi olduğunu vurguluyorlardı.[24]

AB üyeliği sürecinde arananları teslim edip etmemesi sorunu Hırvatistan’ı da sıkıştırıyordu. Hırvatistan’ın Sırp general Ante Gotovina’nın yakalaması için yeterli çabayı göstermediği gerekçesiyle AB’yle üyelik müzakeresi askıya alınmıştı. 2005 Aralık ayında Gotovina’nın yakalanması, AB ve NATO tarafından memnunlukla karşılandı. Lahey’e teslim edilen Gotovina, 150 bin Sırp’ın sınırdışı etmekle, 150 Sırp’ın vurulmasını engellememekle, Sırpların mallarına sistematik olarak zarar vermekle itham ediliyor. Hırvatistan ile ilgili 2006 yılındaki AB İlerleme Raporu’nda, Hırvatistan’ın mahkeme ile işbirliği takdir edilirken, yine de Hırvatistan’ın savaş suçlularının yargılanmasında isteksiz davrandığı belirtildi. Kosovalı Arnavutlar da emperyalizmin isteklerini diğer bir deyişle nihai statü için gerekli standartları yerine getirememekten endişe ediyorlar.

4- Az hukuk, çarpıtılmış çok masal… Bu mahkemede Miloşeviç’in yargılanması ile dünyada ilk kez bir eski devlet başkanı emperyalizmin mahkemesinde yargılanmaya başlamıştır. Miloşeviç insanlığa karşı suç işlemek, savaş kurallarını ihlal etmek ve soykırım içeren toplam 66 suçtan dolayı yargılanıyordu.

Miloşeviç’e göre mahkeme, kazananların hukukunu uygulamaya çalışan emperyalist devletlerin bir enstrümanı.[25] 3 Temmuz 2001’de başlayan mahkemede Miloşeviç, mahkemeyi tanımadığını, bu mahkemenin düzmece bir mahkeme olduğunu, mahkemenin amacının NATO’nun Yugoslavya’da işlediği savaş suçlarını haklı çıkarmak olduğunu, savunma yapmayacağını, ülkesinin bağımsızlığına yapılan NATO müdahalesine karşı olduğu için yargılandığını ve kendisini yargılayan kurumun NATO’nun bir kolu olduğunu, Batı’nın Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi çeşitli etnik gruplardan oluşan ülkelerin parçalanması yoluyla Güneydoğu Avrupa’da egemenlik kurmak istediğini vurguladı. Miloşeviç, “Batılı ülkeler Balkanlar’da egemenlik kurmak için Müslüman, Hırvat ve Sırpları 1990’lı yıllarda karşı karşıya getirdiler” şeklinde konuştu. Miloşeviç, batı ülkelerinin “ayrılıkçılığı, bölücülüğü, şiddeti, kısacası yeni bir sömürgeciliği” desteklediğini savundu. 14 Şubat 2002’deki duruşmada Miloşeviç, NATO operasyonunu gösteren bir kaset izletti ve şunu söyledi: “Bu gördükleriniz, yalan ve propaganda denizinde bir gerçek damlasıdır.” 31 Ağustos 2004’teki duruşmada ise, “Eski Yugoslavya’daki savaşlar eşkıya devlet gibi budala bir teoriyle açıklanamaz. Yugoslavya’yı karıştırmak planı, Almanya, Vatikan, uluslararası toplumun geri kalanı ve ABD’nin ittifakı sayesinde zaten vardı” şeklinde konuştu.

Yugoslavya Devlet Başkanı Koştunitsa, sadece Miloşeviç’in değil bir halkın yargılandığını vurgulayarak, “duruşmaları izledikten sonra mahkemede az hukuk, çarpıtılmış çok masal olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. İlk aşamada görülen; ikiyüzlülük, politizasyon ve mantıksızlık…” ifadelerini kullanıyordu.

Mahkeme savcılarının Miloşeviç’e karşı üçyüze yakın tanık çağıracağı söyleniyordu. Miloşeviç buna karşılık olarak mahkemede “itham savcısı bayan Del Ponte bu gidişle ifade vermek için kuaförünü de çağıracak” dedi. Mahkeme, Miloşeviç’in müdahaleleri üzerine itham şahitlerinin listesindeki isimlerden bazılarını silmeye başladı.

5- Bu yargı sürecinin ‘uluslararası hukuk kurumunun’ yargılanmasına dönmesi ise Miloşeviç’in çabalarıyla gerçekleşti ve mahkeme kamuoyuna kapatıldı. Emperyalistler kötü bir şakaya dönüşen Miloşeviç’in yargılanmasının gidişatından paniğe kapıldılar. Bu mahkeme herhangi bir iş yapacaksa, emperyalistlerin suçları bir şekilde mahkemenin gündemine sızacaktı.

Emperyalizm, Miloşeviç’in ölümü ile kendi aleyhine dönen yargılama sürecini sona erdirmiş oldu. Miloşeviç, 11 Mart 2006’da hücresindeki yatağında ölü bulundu. Avukatı Zdenko Tomanoviç, Miloşeviç’in ölmeden 1 gün önce, zehirlendiğinden kaygılandığını belirttiği bir mektup yazdığını açıkladı. Adli Tıp Enstitüsü’nden miyokardi enfarktüsü nedeniyle öldüğü belirtilse de, bu, ölümün arkasındaki kuşkuları ortadan kaldıramadı. AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana, Miloşeviç’in ölümünün, Sırbistan’ın kararlılıkla geleceğe bakmasına yardımcı olacağını umduğunu belirtti. Mahkeme, Miloşeviç’in ölümü üzerine, 4 yıldır devam eden yargılama sürecine son verdi.

ABD ve NATO’nun Yugoslavya’da emperyalist plan uygulamada başarılı, meşru zemin yaratma konusunda başarısız olması; pervasızlıklarının, bir anlamda da korkularının bir ifadesidir. Mahkemenin Balkanlar’da ve özellikle Yugoslavya’da işlenen suçları Miloşeviç’e yıkmaya çalışmanın yanında aslen ‘bir devlet başkanını bile yargılayabilen bir kurum’ olduğu üzerinden gözdağı vermek gibi bir amacı da bulunuyordu. Miloşeviç’i mahkemeye, emperyalistlere teslim edenler, daha sonra bu sürecin kendilerini de yakacağını öngörerek ve ulusal onuru ayaklar altına almış olmalarının günahını çıkarmak amacıyla mahkemenin diğer ‘suçluları’ iade talebine ayak diremeye başladılar.

III- İşgalcinin Çizmelerine Adanmış Bir Mahkeme: Irak Yüksek Ceza Mahkemesi

ABD Irak’ın işgalinden sonra Iraklıları ve Saddam’ı yargılamaya başladı. Ortadoğu’nun Miloşeviç’inin Saddam olması ne kadar mümkündür? Saddam ile diğerleri arasındaki farklardan çok, ABD emperyalizminin hedef tahtasına konmaları gibi ortaklıklardan bahsetmek daha anlamlı olacaktır. Irak’ın işgalinin meşrulaştırılmasında Saddam’ın günah keçisi olarak öne çıkarıldığını biliyoruz. Bir devlet başkanının uluslararası mahkemeler nezdinde suçlu ilan edilmesinin tek örneği Miloşeviç’ti. Lakin Miloşeviç örneğinde emperyalizmin başarılı olmadığı açıktır. Bu tartışmanın o dönemki popüler muhatapları Clinton ile Blair idi. Ayrıca şu anda dünyada çoğu insan onları suçlu olarak hatırlıyor. Saddam örneği de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yargılanma ve infaz biçiminden dolayı Saddam insanların gözünde suçlu olmaktan çıkmıştır.

Saddam ile Miloşeviç’in kıyaslanmasının öteki boyutuna gelirsek: Kimi köşe yazarları ya da liberal hukukçular Saddam’ın idamını eleştirirken, Saddam’ın yargılanmasını yanlış bulmuyor. Ya da kimisi Saddam’ın yargılanması ile Miloşeviç’in yargılanmasını karşılaştırıyor. Veya Miloşeviç’in adil yargılandığını, fakat Saddam’ın adil yargılanmadığını düşünüyor. Bazıları da Miloşeviç ve Saddam’ın yargılanmasıyla adaletin yerini bulduğunu söyleyerek eteklerindeki taşları döküyorlar. Tek dert Saddam ve Miloşeviç’in yargılanmasının bir usule uydurulması olabilir mi? Uluslararası ceza yargılaması alanına bakarken uluslararası güç dengesini hesaba katmadan eleştiri yapmak ya saflıktır ya da ABD’nin hukuksuzluğunu bilinçli bir şekilde örtmeye çalışmaktır. Devlet eski başkanlarının yargılanmalarını salt hukuksal olarak değerlendirince emperyalizmin politikalarını onaylamak işten bile değil.

Liberal hukukçuların pasif/aktif bir tavır alarak destek sunduğu emperyalizmin sözcülerinin ifadeleri bizi yanıltmıyor, söylediklerimizi doğrular tarzdadır. AB ülkelerinden yapılan açıklamalarda Saddam’ın yargılanması adil bulunurken, idam edilmemesi istendi. Bush, kararı “Bu dava, Irak halkının, bir zorbanın yasalarını hukuk devletiyle değiştirme çabasında mihenk taşı olmuştur” sözleriyle karşıladı. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon idamı kınamadı ve Irak’ın iç meselesi olduğunu söyledi. Maliki ise şöyle değerlendiriyordu: “Saddam Hüseyin’in idama mahkum edilmesi, bu ülkenin tarihindeki karanlık bir dönemin sonudur, demokratik ve özgür bir Irak’ta yeni bir dönemin başlangıcıdır.”

1- Saddam yargılanmayacak, mahkemeyi yargılayacaktı. Saddam, Bağdat’ta parlamento ile hükümet binaları, ABD güçleri karargahı ve ABD Büyükelçiliği’nin bulunduğu Yeşil Bölge olarak adlandırılan alanda kurulan özel bir mahkemede, Irak Yüksek Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Hakkında katliam, tehcir ve kimyasal gaz kullanımı gibi suçlamalar bulunan Saddam, Taha Yasin Ramazan gibi yedi eski üst düzey yöneticiyle birlikte 19 Ekim 2005’te yargılanmaya başlandı. Saddam hakkında açılan ilk dava, Irak-İran Savaşı sırasında Şiileri katletmekle suçlandığı Duceyl davasıdır. İkinci dava, 1988’de Halepçe’de Kürtleri katletmekle suçlandığı Enfal davasıdır. Üçüncü dava ise, Kuveyt’in işgali ile ilgilidir. Jürinin olmadığı, başyargıcın tanıkları sorgulayacağı mahkemede 5 yargıç görev yaptı.[26]

Irak’taki Anayasa referandumundan hemen sonraya denk getirilen 19 Ekim 2005’teki ilk duruşma ile reddedilen Anayasa’nın başarısızlığını örtmek ve Baas Partisi’nin zayıflatılması amaçlanmıştı. Böylelikle direnişe müdahale edilecek, direniş etkisizleştirilecekti. Saddam’ın Ortadoğu’nun Miloşeviç’i olarak seçildiği daha ilk duruşmada belli oldu. Saddam, emperyalizme karşı direnişin önemli bir öncüsü olarak yargılandı. Ancak Saddam ilk duruşmadan itibaren yargılanmayacak, mahkemeyi yargılayacaktı. O, mahkemede yargıca karşı parmağını, elini kolunu sallayarak, tanıkları sorgulayarak propagandasını yaptı. Defalarca Irak’ın işgalini lanetlerken, mahkemenin yasallığını, meşruluğunu sorguladı. Emperyalizm, kurduğu kukla mahkeme ile istediği dikensiz gül bahçesine ulaşamamış, bir kez daha hayal kırıklığı yaşamıştı.

Mahkemenin ilk duruşmasında Saddam, kendisine ismini ve mesleğini soran yargıca, “Sizi görevlendiren organı tanımıyorum. Bu saldırganlığı tanımıyorum… Bu sözde mahkemeye cevap vermiyorum” diyerek yargıcı tersledi; Irak Devlet Başkanı olarak anayasal haklarını koruduğunu söyledi. İşgalci ABD’nin bozguna uğradığı, canlı olarak yayınlanacağı söylenen duruşma, hem bozuk biçimde hem de uluslararası medyaya 30 dakika gecikmeli olarak aktarıldı. Bu gelişmeler, Miloşeviç’in meydan okuması üzerine mahkemenin kamuoyuna kapatılmasını hatırlatmıyor mu? İkinci duruşmada da Saddam Hüseyin’in yargıçla tartışması sırasında televizyon yayını kesildi. Saddam, yargıca “Sen Iraklısın, egemen olan sensin. Onlar senin ülkendeler, yabancılar ve işgalciler” dedi. Başka bir duruşmada da başyargıcı şu şekilde azarlayacaktı: “Mart 2003’ten bu yana Irak’ı işgal eden ABD namına çalışıyorsunuz. Burada Irak adına değil, işgalciler adına bulunuyorsunuz.”

Saddam, mahkemenin diğer duruşmalarında da ABD emperyalizmini sorgulayan tavrını sürdürdü. Irak halkına da seslendi, birbirleriyle değil işgalciye karşı savaşmalarını istedi. Mahkemenin savcısı Saddam için idam cezası istediğinde, ölüm cezası verilmesi halinde “asılmaktansa kurşuna dizilmeyi tercih ederim” ifadesini kullandı. İngiliz devlet adamı Austen Chamberlain'in 1919 yılında Alman İmparatoru Wilhelm Kayser'i yargılama planları konusunda ''Savunmasıyla yargılanan biz olabiliriz'' demişti, Saddam’ı yargılayan emperyalistler atalarından ders almamışa benziyorlar.

2- Saddam’ın yargılanmasında işgalcinin hesapları yatmaktadır. Bu nedenle bağımsız bir yargılamadan bahsedilemez. ABD’nin eski Adalet Bakanı Ramsey Clark ve Katar’ın eski Adalet Bakanı Necib el Nauymi, Saddam Hüseyin’in savunmasına yardımcı olmak ve eski devlet başkanının adil yargılanmasını sağlamak üzere Bağdat’a geldiler. Clark, “Bu dava Irak’ı böler” derken; Nauymi de mahkemenin bağımsız olmadığını, işgal altında kurulduğunu, ABD’nin müdahalesinden sonra Irak’ta görevlendirdiği Paul Bremer tarafından çıkarılan yasaların değişmediğini söyledi. Irak Devlet Başkanı Talabani’nin, “İstenirse tanıklık yapmaya hazırım. Bu dava, Irak’ın ulusal bütünlüğünün daha da sağlamlaştırılmasına olanak sağlayacak ve dünyaya Kürtlere Arapların iyi ilişkiler yürüttüğünü gösterme fırsatı yaratacak” sözleri de, mahkemenin emperyalizmin hedefleri için kurulduğunun bir diğer kanıtı.

3- Saddam hukuk kurallarının işlemediği bir mahkemede yargılandı. Emperyalizmin hedefleri için kurulmuş bir mahkemenin hukuki olarak hiçbir meşruiyeti bulunmamaktadır. Emperyalizmin mahkemesinde hukuk kurallarının işlemediği açık bir biçimde görülüyordu; bunun unsurlarını ortaya koyalım.

a. Saddam bazı duruşmalara zorla çıkarıldı. Bu durum yasaların orman kanunlarına dönüştürüldüğünü gösterir. Duruşmalarda Saddam Hüseyin, Amerikan askerlerinin kendisine dayak attığını ve işkence yaptığını anlattı.[27]

b. 13.09.06 günü Savcı Münkis el Farun, Saddam’a “Siz bir diktatör değilsiniz” diyen başyargıç Abdullah El Amiri’ye “mahkemeyi sanıkların siyasi sahneye çevirmesine izin verdin” derken; sanıkların yanında yer aldığını öne sürerek başyargıcın istifasını talep etti. Irak hükümeti, mahkemenin yargıcını tarafsızlığını yitirdiği gerekçesiyle değiştirdi. Bu da yargı bağımsızlığının olmadığını gösteriyor.

c. Hukukun en temel dayanaklarından olan savunma özgürlüğünün bu mahkemede olmaması, emperyalizmin askeri mahkemelerde, Guantanamo Üssü’nde uyguladıkları adalet ile büyük bir benzerlik gösteriyor.

d. Saddam Hüseyin’in tutuklanmasından sonraki bir yıl boyunca bir avukata erişimine izin verilmedi. Davanın ne kadar adil olduğunu, savunma özgürlüğünden ne ölçüde söz edilebileceğini gösteren bir diğer olgu da Saddam’ın savunma ekibindeki 1100 kadar avukatın, güvenliklerinin yeterince sağlanmadığı gerekçesiyle davadan çekilmesidir. İlk davanın açılmasından bugüne kadar savunma ekibinden dört, savunma ekibinde olmayan ancak çalışmalarıyla ekibe destek veren avukatlardan 39’u öldürüldü.

e. Adil yargılanma güvencesi olmayan mahkemede, savunma heyeti kanıtları önceden göremedi. İddia makamı tarafından mahkemeye sunulan dokümanların incelenmesi için savunma ekibine yeterli süre verilmedi. İddia makamı tarafından isnat edilen suç unsurlarındaki boşluklar kovuşturmanın inandırıcılığını zedelemiştir. Saddam veda mektubunda bu duruma değinerek, “İşgalciler tarafından dikte edilen kararı okurken” kanıtları sunmaya bile tenezzül etmediğini belirtmiştir. Davaya ilişkin olarak savunma ekibinin mahkemeye sunduğu talepler kayda bile alınmadı ve savunmanın gösterdiği tanıklar tutuklanıp işkence gördü. Sanıkların temel adil yargılama hakları olan kendilerine karşı tanıklık yapanlarla yüzleşmesi ihlal edildi.
f. Duruşmalara katılan yabancı gazeteciler, Saddam’ın aleyhindeki kanıtların son derece zayıf olduğunu söyledi. Bir duruşmada savcılık makamının tanıkları olarak dinlenen Saddam Hüseyin’in eski üst düzey bürokratlarının anlatımları iddia makamı için hayal kırıklığı yarattı. Tanıkların ikisi de mahkemeye zorla getirildiklerini, ifade vermek istemediklerini söyledi. BBC muhabirine göre, savcılık bu iki tanığın ifadeleri doğrultusunda Saddam Hüseyin’in katliam emri verdiğini kanıtlayabilmeyi umuyordu.

g. Bir duruşmada ABD Eski Adalet Bakanı Ramsey Clark, yargılama sürecinde şimdiye kadar perde arkasından ya da kağıttan okuyarak ifade veren dokuz tanıkla ilgili olarak, “Tanıklardan bazılarının ifadeleri tamamen uydurulmuş ve bazıları yardım almış görünüyor ve mahkemeye çıkanların önünde kağıt vardı” dedi. Clark, tanıkların tazminat taleplerinin mahkemede dile getirilmesini eleştirerek; “Adil bir yargılanma ve gerçeklerin gerekli olduğu tarihi öneme sahip bir ceza davasındasınız ve insanların para talep ettiğini görüyorsunuz. Bence bu yargılamanın kendisini yozlaştırıyor” dedi. Emperyalistlerin uşaklığını yapmış biri bile gerçeklerin bir kısmına olsun değinmeden edemiyor.

4- Emperyalizm bir ülkeyi işgal ettikten sonra tıpkı Eski Yugoslavya’da olduğu gibi Irak’ın bütün değerlerini aşağılayarak ulusal hukukunu yok saydı. Irak Ceza Yasası’nın dini bayramlarda idamı yasaklamasına rağmen Saddam’ın idamı bir dini bayrama denk getirilerek bir dine mensup insanlar da aşağılanıyordu. Dahası bir ülkenin iç hukuku da hiçe sayılmış oluyordu.

5- Iraklı direnişçiler mahkeme kararını tarih nezdinde ve hukuki açıdan geçersizleştirecektir. Emperyalizmin Saddam’ı bir günah keçisi olarak seçtiğinden bahsetmiştim. Saddam’ın iktidardan düşürülüp, sonra da idam edilmesinin nedeni, ne Şiilere ne de Kürtlere karşı giriştiği katliamlardır. Emperyalizm iki kutuplu bir dünyanın arkasından Ortadoğu’yu egemenliği altına almalıydı. Nitekim Körfez Savaşı ve daha sonraki Irak’ın işgali ile emperyalizm bir coğrafyada ve bu coğrafyadaki olağanüstü önem taşıyan kaynaklar üzerinde hakimiyetini tesis edecekti. Saddam ve Baas Partisi direnişi seçmek yerine uzlaşsaydı ABD Saddam’ı idam etmezdi.

ABD, ağırlıklı olarak Baas Partisi’nin merkezinde durduğu Sünni kesimlerle çok boyutlu bir pazarlık süreci yürütmeye çalıştı. Saddam Hüseyin’in davası bu pazarlıklarda bir “koz” olarak kullanıldı. ABD kukla mahkemeye idam kararı aldırarak direnişle pazarlıklarında belli bir “hesap” kolladı.[28] Ne Saddam ne direnişçiler, Devlet Başkanı’nın akıbetinin pazarlık konusu olmasını kabul etti. Mahkeme, Duceyl davasında, sürpriz yapmayarak Bush’un veya Cumhuriyetçilerin karşılaştığı seçim zorluğunu aşmak amacıyla, ABD’deki kongre seçimine 2 gün kala Saddam için idam kararı verdi. Eski Devlet Başkanı Yardımcısı Taha Yasin Ramazan da ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.[29]

Saddam’ın idamı Sadr ekibine ihale edildi. Buradaki amaç, direnişle Sadr’ın ekibini birbirine kırdırmaktır. Böylelikle direnişin hedefi şaşırtılmak istenmektedir. Öte yandan Saddam’ın apar topar idam edilmesi, işgalcilerin Irak’ta yaşadıkları çaresizliğin bir akıl yitimine neden olduğunu gösteriyor. Saddam’ın katledilmesi anti-emperyalist mücadelenin şiddetlenmesinden başka bir etki yaratmayacaktır.

ABD Irak’ta açıklayacağı yeni politika öncesinde Saddam’ı idam ederek bir adım öne geçmeyi planlamıştı. Ancak emperyalizm, uluslararası hukuk normlarını çiğnese de, rahat hareket edemeyecektir. Irak’ta da meşru direniş, emperyalizmin her istediğini zor yoluyla hayata geçirmesinin önüne geçecek, tarihte son sözü söyleyecektir. Iraklı direnişçiler, işgalcileri ülkelerinden kovduğunda, Irak Yüksek Ceza Mahkemesi’nin aldığı kararları çöpe atmış olacaktır.

IV- Guantanamo Cezaevi: Olağanüstü yargılama yöntemi devrede

Küba’da bulunan ABD’nin Guantanamo Üssü’nde, Afganistan savaşında ele geçirilen Taliban üyesi esirler, El Kaide üyesi esirler, El Kaide’ye yardım edenler ya da ABD’nin “düşman savaşçı” diye nitelediği 42 ülkeden yaklaşık 500 tutsak bulunuyor. Tutsakların yüzde 93’ü ne Amerikan kuvvetleri ne de müttefiklerce yakalandı. Üsteki cezaevinden süreç içinde tutsaklar tahliye edilse de, belgelerde tutsakların sadece yüzde 8’i El Kaide savaşçıları, diğerleri Taliban ya da diğer örgütlerin üyesi veya sempatizanı olarak tanımlanıyor.

1- Tutsaklar düşman savaşçı olarak nitelendirilirken, düşman savaşçıların herhangi bir hukuki statüsü bulunmuyor.[30] ABD terörist faaliyetlerle suçladığı yabancı uyruklu şüphelilerin yargılanması için, 13 Kasım 2001’de savaş gemilerinde ya da askeri üslerde askeri mahkemeler kurma kararı aldı. Bu mahkemeler yardım-yataklık ve örgüt üyeliği konularında sanıkların yargılamasını yapıyor. Yargılamalar gizli yapılabiliyor, hiçbir medeni yargılama esasına uyulmuyor. Cumhuriyetçi Bob Barr, Bush’a yazdığı mektupta, “Askeri mahkemelerin kurulmasına karşıyız. Kararınız, gizli tutuklamalara, gizli iddianamelere, gizli davalar yapılmasına ve gizli infazlara yol açacaktır” ifadelerini kullanıyordu.

Tutsaklara savaş esiri statüsü tanınmazken, tutsakların avukat tutmalarına ve aileleriyle görüşmelerine izin verilmiyor. ABD toprakları dışında terör kuşkusuyla yakalandıkları, şu anda yabancı bir toprakta bulundukları için tutsakların herhangi bir suçlama getirmeden ya da mahkemeye çıkarılmadan süresiz olarak tutulabileceği savunuluyor. Savaş tutsaklarının haklarıyla ilgili Cenevre Sözleşmelerine aykırı bir şekilde tutsaklara Saddam’ın fotoğrafları gösterilerek, “Saddam işbirliğine yanaşmadığı ve gerçeği itiraf etmediği için idam edildi” gibi ifadelerle işkence yapmıştır. [31]

16.02.06 günü açıklanan BM raporunda, Guantanamo’daki tutsaklar için ABD’nin yargıç, savcı ve avukatlığı üstlendiği, bunun da bağımsız bir mahkemeden önce adil yargılama için gerekli çeşitli hakların ciddi bir şekilde çiğnenmesine neden olduğu belirtildi. BM raporunda üssün kapatılması istenirken; yapılan işkenceler de teşhir edildi. Üsse giden Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) heyeti ise, BM raporunun aksine, burada tutulan kişilere yönelik koşullarda iyileşme olduğunu belirttiler. Emperyalist AB bu konuda ABD’ye destek olmaktan geri durmadı.[32]

2006 Eylül sonlarında ABD Senatosu tarafından Guantanamo Üssü’nde alıkonan yüzlerce tutsağın askeri mahkemede yargılanmasının yolunu açan yasa kabul edildi. Yasa, terör şüphelilerinin tutukluluk hallerini sorgulama ya da kendilerine yönelik muameleyi federal mahkemeye taşıma haklarını ellerinden alınması gibi sert maddeler içeriyor. Yasada, işkencenin yasaklandığı belirtilse de, başkana başka yöntemlerin kullanılıp kullanılmayacağını belirleme hakkı veriliyor.

ABD Savunma Bakanlığı 2007 Ocak ayı içerisinde de, Guantanamo’daki “düşman savaşçı”ların yargılanmasıyla ilgili yeni kurallar içeren bir kılavuz yayınladı. Buna göre, mahkeme yargıçları tutuklulara zor kullanılarak elde edilen bilgilerle güvenilir bulduğu dedikoduları delil olarak dikkate alacak. Yeni kurallar, savunma avukatlarına müvekkilleri aleyhindeki gizli bilgi içeren dosyaları inceleyebilme imkanı tanıyor, ancak bunların ABD’li yetkililerin onayı olmaksızın savunma sırasında kullanılmasını yasaklıyor.

2- ABD, tutsakların Cenevre Sözleşmeleri’nden yararlanmasını da bir hak olarak görmemektedir. ABD Adalet Bakanı Ari Fleischer’e göre, suç işleyen yabancı teröristlerin, Amerikan Anayasası’nın koruması altında olma hakları yoktur. ABD Eski Savunma Bakanı Rumsfeld’e göre ise, tutsaklar “suçlarını resmi bir komuta zinciri olmadan bir devlete mensup olmaksızın, gizli bir suç örgütü adına” işlemektedir. Yani hiçbir uluslararası sözleşmeyi kaale almayan ABD, tutsakların Cenevre Sözleşmeleri’nden yararlanmasını da bir hak olarak görmemektedir. Burada sözde de olsa ABD Anayasası tarafından tanınan bir haktan yararlanamayacakları ileri sürülmektedir. “Yüksek Mahkeme’nin kararı olmadan özgürlüklerinden mahrum edilmeyecekleri” yönündeki bir anayasal güvence, düşman savaşçı olarak nitelendirilen kimseler için uygulanmıyor.[33]

2004 Ocak ayında ABD Yüksek Mahkemesi tutsaklarla ilgili bazı başvurular lehine karar verdi. ABD Yüksek Mahkemesi, ABD mahkemeleri nezdinde itiraz etme hakkı tanırken; Guantanamo Üssü için, “adil mahkeme olmaksızın Guantanamo mahkumlarının tutsaklık halinin sürdürülemeyeceğine” hükmetti. Mahkeme, ABD’nin 11 Eylül sonrası “terörizmle savaşına” itiraz etmeyip yalnızca usul gereği bazı işlemlerinin yerine getirilmesini istedi: “Yüksek Mahkeme sadece tutuklulara federal bir hakime başvurma hakkı veriyor, ancak kendisine yardımcı olacak olan avukata ulaşma hakkı konusunda bir garanti sağlamayarak, tutukluluk ve yargılamaya ilişkin olağanüstü bir işleyiş öneriyor. Bu durum yargılama aşamasında gerçek bir olağanüstü yargılama rejimine temel sağlıyor ve ispat yükünü tersine çeviriyor. Böylelikle tutuklular alıkonulmalarının yasadışı olduğunu ispatlamak durumunda kalıyorlar.”[34] ABD hükümeti ise, kararı eleştirerek ABD mahkemelerinin bu konuda yetkili olmadığını söyledi.

2006 Haziran’ında Amerikan Yüksek Mahkemesi, Başkan Bush’un, Guantanamo’daki tutsakların savaş suçları için askeri mahkemede yargılanması emrini vererek yetkisini aştığına karar verdi. Mahkemenin aldığı kararda hukuki yönteme, kuralsızlığa vurgu yapılırken, üssün kapatılmasından bahsedilmedi. Kısacası, minareyi çalıyorsan kılıfını hazırla denildi: “ABD’li yargıçlar için önemli olan, Guantanamo mahkumlarını hukuksuzluktan kurtarmak değil, ABD’yi kurtarmak! Yargıçların birinci kaygısı, ABD’yi dünya kamuoyu nezdinde ‘kendi anayasasını ve uluslararası hukuk kurallarını çiğneyen’ bir ülke konumundan çıkarmak.”[35] 2004’teki ABD Yüksek Mahkemesi’nin kararının ardından iki yıl geçti. Mahkemenin yeni kararının da yalnızca şekilsel olarak bir anlam ifade edebileceğinin söylenmesi yanlış olmayacaktır.[36]

V- ABD Emperyalizmi, Uluslararası Ceza Yargılamasını Nasıl Geçersizleştiriyor?

Emperyalizm, 11 Eylül sonrası hukuksal bir kılıfa bile ihtiyaç duymuyor. Hatta hukuku bir engel olarak görüyor ve bu da bir anlamda hukuksuzluğa denk düşüyor. Böylelikle uluslararası hukuku geçersiz hale getiriyor. Bu geçersizleştirme de zamanla bir gereksizleşme halini alıyor. 11 Eylül’ün hemen ardından ABD’de çıkan yasalarda “terörizm” tanımlaması geniş yorumlanmaya müsait bir şekilde düzenlendi. 26 Ekim 2001’de çıkarılan “Vatanseverlik Yasası” ile hükümete vatandaşlar hakkında sınırsız bilgi toplama izni tanınırken, polisin de halk üzerindeki gücü artırıldı. Kısa bir süre çıkarılan II. Vatanseverlik Yasası’yla da, herhangi bir süreye tabi olmadan gözaltında tutma yetkisi verildi.

Her ne kadar konumuz anti-terör yasaları olmasa da; tek tek ülkelerde uygulamaya konan bu yasalar 11 Eylül’le birlikte neredeyse bir uluslararası ceza yargılamasına dönüştürüldü. Anti-terör yasaları sadece ABD’de değil, İngiltere ve diğer AB ülkelerinde de gündeme geldi. Bu yasalarla yine aynı süreçte gündeme gelen Guantanamo’daki yargılamalarla, ABD’nin oluşturduğu bu yeni hukuk(suzluk) düzeni büyük benzerlikler taşımaktadır. Telefonların dinlenmesi, elektronik postaların izlenmesi, zorla bilgi alma, seyahat özgürlüklerinin kısıtlanması gibi temel değişiklikler yapılmıştır. Hukukun temel dayanakları da hızla budanırken bundan sonra “Aksi ispatlanana kadar herkes suçludur”, “şüpheden sanık yararlanmaz” gibi gerekçeler öne sürülüyor.[37] Artık gerekçesiz bir yargılama ve soruşturma ile temel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı yeni bir hukuksuzluk dönemi böylece başlatılmış oluyor.

Emperyalizmin faşizmi olağanlaştırdığı 11 Eylül sonrası süreçte barbarlığı dayatırken, ortaçağ karanlığına götürüyor. 1215 tarihli Magna Carta Antlaşması’nın 39. maddesinde bile şöyle denilmekteydi: “Hiçbir özgür kişi, yürürlükte bulunan yasalarda aksine bir hüküm bulunmadıkça yakalanamaz ya da herhangi bir biçimde kötü muameleye maruz ya da muhatap olamaz.” Günümüzde emperyalizm, artık uymak zorunda kalmadığı Cenevre Sözleşmesi kapsamında yer alan kasıtlı olarak öldürme, kasıtlı olarak büyük acıya neden olmak veya vücuduna ya da sağlığı üzerinde acıya yol açma, savaş esirlerini ve sivilleri adil ve olağan yargılama hakkından mahrum bırakma, sivilleri kanunsuz olarak hapsetme, yerlerini değiştirme ya da kanunsuz olarak yerleşim yerlerini boşaltma suçlarının yaptırımını ihlal ediyor. 2006 yılında ABD, kendisini Cenevre Sözleşmesi’nden tamamen ayrı tutarken bir adım daha attı. Dünyadaki tüm ABD askerlerine yol gösterecek ve sorgulama konusunun ayrıntılı olarak işlendiği Pentagon’un yeni ordu saha kitapçığında[38], Cenevre Sözleşmelerinde bulunan “tutsaklara küçük düşürücü ve haysiyet kırıcı davranılamaz” ifadesine yer verilmedi.

Son bir iki yılda, ABD’nin uluslararası hukuk ve ulusal hukukun üstünde sıradışı bir görüntü sergilemesinde gözaltı merkezleri ve Irak’taki ölüm mangaları dikkat çekici bir yere sahiptir. ABD’nin dünyanın çeşitli yerlerinde oluşturduğu sorgu merkezlerinde 14 binden fazla kişiyi tuttuğu tahmin ediliyor.[39] 2006 Eylül sonlarında ABD Senatosu tarafından kabul edilen bir yasa ile CIA’nın gizli gözaltı merkezlerine de onay verildi. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, çoğunlukla Avrupa ülkelerinde, o ülkenin istihbarat merkezinin bilgisi dahilinde CIA’nın, El Kaide örgütünden bazı “önemli şüphelileri” gizli merkezlerde haklarında bir suçlama olmaksızın tuttuğu ve sorguladığı ortaya çıktı. CIA, sorgulama yöntemlerinin ülkenin en hassas gizli güvenlik bilgileri olduğunu; teröristlerin öğrenecekleri sorgulama yöntemlerini, sorguyla başa çıkma eğitiminde kullanabileceğini belirtirken, gizli merkezlerdeki zanlıların nasıl sorgulandıklarını mahkemede anlatmalarına izin verilmemesini istiyor. Böylelikle hukuk ayaklar altına alınırken, güvence altına alınan sanık haklarından, savunma hakkından bahsetmek anlamsızlaşıyor. ABD Devlet Başkan Yardımcısı Dick Cheney, CIA’nın esirleri gizleme ve işkenceye başvurma hakkı olduğunu açıkça söyledi. ABD Dışişleri Bakanı Rice, böyle bir savaşla hiç karşılaşmadıklarını belirtti: “Bir kişiyi tutuklamak için suç işlemesini bekleyemeyeceğimiz bir savaşın içerisindeyiz. Çünkü suç işlenirse binlerce kişinin ölmesi söz konusu.” Bu açıklama tek başına yeterince manidar.

Irak’taki ölüm mangalarının faaliyetleri de ABD’nin uluslararası ceza yargılamasını geçersizleştirdiğini gösteren diğer bir yargılama alanıdır. Irak’ta direnişle baş edemeyen ABD, direnişi çeşitli kontrgerilla taktikleriyle etkisizleştirmeye çalışırken iç savaş senaryosu eşliğinde ölüm mangaları devreye soktu. Ölüm mangalarının infazları ilk kez 2005 Mayıs’ında ortaya çıktı. Ölüm mangaları gizli bir işkence ve şeriat mahkemeleri ağı oluşturdu. Ölüm mangaları tarafından 7 bin kişi öldürüldü. Bağdat’ın kanalizasyon sistemini cesetlerle dolduracak şekilde ölüm cezaları infaz edildiği belirtiliyor. Ölüm mangaları öldürmeden önce, kendilerinin uygun gördüğü bir yargılama sürecini işlettiği belirtiliyor. Tutsak güvenli bir yere götürülüyor. Bir din adamının, suçlamaları dinledikten sonra ölüm kararını verdiği belirtiliyor. Yargılama süreci sadece birkaç dakika sürüyor. Eğer yargılanacak kişiyi yakalamak güçse, ölüm mangaları doğrudan öldürüyor. Son süreçte ölüm mangaları faaliyetini ABD Sadr’ın ekibine devretti. ABD Irak’taki direnişi etkisizleştirmeyi, Şii-Sünni gerilimi yaratmayı hedefliyor ve direnişçilerin karşısına Şiileri çıkartıyor.

Hukuksuzluk nereye kadar?

Bu yazıda uluslararası hukukun geçersizleştirilmesi ve/veya gereksizleşmesi ceza yargılaması üzerinden incelendi. Reel sosyalizm sonrasında uluslararası ceza yargılaması alanında bir kırılma yaşandığı üzerinde duruldu. Bu kırılmanın 11 Eylül sonrası süreçte daha da bir keskinleştiği vurgulandı. Liberal hukukçular Nuremberg’den, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne, Miloşeviç ve Saddam’ın yargılanmasına gelindiğinde daha sistemli bir uluslararası ceza yargılamasının taşlarının döşendiğini düşünüyor. Oysa emperyalist kuşatmanın uluslararası hukuk alanına sirayetini tam boy deşifre etmeden akla karayı ayırmak hele hele adalet dağıtmak hayal görünüyor.

Miloşeviç’in ve Saddam’ın yargılanması ile Guantanamo Üssü’nde olup bitenleri bir sac ayağının bileşenleri olarak değerlendirebiliriz. Aralarında yalnızca kimi yöntemsel farklılıklar mevcuttur. Diğer yandan Miloşeviç’in yaşamı gözlerden uzak daha kalleşçe son bulurken, emperyalistler Saddam'ın sonundan yararlanmaya çalışmışlardır. Guantanamo Üssü’nde ve gizli cezaevlerinde tutsaklara yapılanlar, şüphesiz uluslararası ceza mahkemelerindeki yargılamalardan daha da korkunç boyutta başka bir ifadeyle buna hukukdışılıkta sınır tanımazlık da diyebiliriz.

Reel sosyalizm sonrası, uluslararası ceza mahkemeleri yalnızca yöntemde bir değişime değil yapısal bir değişime uğramıştır. Uluslararası ceza mahkemeleri reel sosyalizm sürecinde güçler dengesiyle belirlenirken, günümüzde emperyalizmin politikalarınca belirlenir hale gelmiştir. Uluslararası Adalet Divanı’nın Yugoslavya'nın ülkeye saldıran sekiz NATO ülkesi aleyhindeki başvurusunu reddetmesi ya da Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Blair hakkındaki suç duyurusuna verdiği yanıt, güçlünün borusunun öttüğünden başka bir şeye işaret etmiyor. Nuremberg Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin bir savcısı ''zaferle coşan ve yaraları acıyan büyük uluslar intikama yönelmeden, gönüllü olarak düşmanlarını yasalara teslim etmişlerdi'' derken, günümüzde uluslararası ceza mahkemelerinin savcıları ise emperyalizmin kurallarına ya da güçlünün hukukuna veya hukuksuzluğuna kendilerini teslim etmeyi yeğlemektedir.

Emperyalizm devletleri kukla haline getirip ulusal hukuklarını hiçe sayarken bize düşen görevse, emperyalizmin kararlarına direnmek, kararlarını uygulanamaz hale getirmek ve kurallarının yerine insanın insanı sömürüsünü yasaklayacak kuralları koymaktır. Adil bir yargılama, ancak sosyalizmde söz konusu olabilir.

Gelenek Dergisi Mayıs 2007

* Uluslararası Ceza Hukuku ülkemizde yeni yeni gelişmekte olan bir hukuk dalı. Bu yüzden bu konuda sınırlı sayıda makale var. Yazımızın, bundan sonraki çalışmalara ışık tutması dileğiyle…
[1] Alkan, İlhami, “Saldırı Vizesi BM’den”, soL Dergisi, Sayı 166, 4 Ocak 2002, s. 26.

[2] Birleşmiş Milletler, daha ayrıntılı olarak başka bir yazı kapsamında değerlendirilmeyi hak ediyor. Uluslararası ceza yargılamasının değerlendirildiği bu yazıda, BM ile ilgili olarak sadece belli vurgularla yetiniliyor.
[3] soL, www.sol.org.tr, 17 Ekim 2006.
[4] Durna, Bilgütay, “Uluslararası Hukukta Meşru Müdafaa Hakkı ve Dayanakları”, soL Dergisi, Sayı 164, 21 Aralık 2001, s. 19.
[5] Komünist, “Üçüncü Dünyacılık Yeniden Yükselir mi”, Sayı 288, 20 Ekim 2006, s. 10.
[6] Kayser’i “uluslararası yüksek ahlaka ve sözleşmelerin kutsal otoritelerine karşı suçlar” dan dolayı yargılamak için beş yargıçtan (yani ABD, İngilitere, Fransa, İtalya ve Japonya’yı temsil eden yargıçlar) oluşan bir mahkeme kurulması öngörülmüştü. (Yılmaz, Alia, Uluslararası Ceza Hukuku El Kitabı, Beta Y., 2001, s. 203.)

[7] 27 Temmuz 1929 tarihli Cenevre Sözleşmesi gözden geçirilmiştir.
[8] Ertem, Emre, Cathrin Scütz’le Söyleşi: “Lahey’deki Davayı Açanlar Kaybediyor”, soL Dergisi, Sayı: 243, Ocak 2006, s. 33.
[9] Uluslararası mahkemeler dışında emperyalizmi yargılamak amacıyla kurulan mahkemeler de vardır. BM’den bağımsız olarak, Betrand Russell öncülüğünde ve Jean Paul Sartre’ın da katılımıyla Vietnam Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi kuruldu. ABD’nin suçluluğu konusundaki karar 1977’de imzalanmıştır. Diğer halk mahkemeleri de Yugoslavya, Kore Demokratik Cumhuriyeti ve Irak’a karşı işlenen suçlarla ilgili mahkemelerdir. Yugoslavya’da işlenen suçlara ilişkin olarak kurulan, başkanlığını ABD’li eski Adalet Bakanı Ramsey Clark’ın yaptığı Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, 10 Haziran 2000 tarihindeki kararında, 24 Mart 1999-10 Haziran 1999 tarihlerinde ABD-NATO tarafından Belgrad’ın bombalanması nedeniyle suçlu bulunan NATO’nun dağıtılmasına hükmetti.

[10] Bu yaklaşıma sahip bazı akademisyenlerin eserlerine bakılabilir: *Tezcan, Durmuş, “Uluslararası Suçları Kovuşturmada Katedilen Yol: Uluslararası Nüremberg Askeri Mahkemesinden Eski Yugoslavya Uluslar arası Ceza Mahkemesine”, Prof. Dr. Kenan Tunçomağ’a Armağan, İÜ Hukuk Fakültesi Eğ. Öğ. ve Yard. Vakfı Y., 1997, s. 481-490. * Yılmaz, Alia, Uluslararası Ceza Hukuku El Kitabı,age. *Hukuk ve Adalet Dergisi, Sayı: 1 Ocak-Mart 2004.
[11] Denk, Erdem, “Güle Güle Uluslararası Hukuk, Cehenneme Kadar Yolun Var”, Birikim Dergisi, Sayı: 190, Şubat 2005, s. 93.
[12] age., s. 93.
[13] age., s. 76.
[14] age., s. 86.
[15] Kolcuoğlu, K., Dördüncü Yılında Irak İşgali”, Cumhuriyet Gazetesi, 20.03.2007, s. 17.)
[16] Yugoslavya’nın yerle bir edilmesinde NATO-BM-AB emperyalist ağı göz önünde bulundurulmalıdır. Temel hedefse bölgeyi emperyalist yeniden yapılanmanın uyumlu bir parçası haline getirmek! Yugoslavya’nın parçalanmasında Avrupa ülkelerinin, özellikle Almanya’nın Orta ve Doğu Avrupa’da denetim sağlama girişimleri etkili olmuştur. Yugoslavya’nın dağılma sürecine girmesinden sonra Avrupa ülkelerinin parlamentolarında geceleri yapılan gizli oturumlarda saldırı kararı onaylandı. 24 Mart 1999’da da Yugoslav şehirleri, NATO uçakları tarafından 78 gün sürecek bombalanmaya maruz bırakıldı. Bombardımana gerekçe olarak ortaya atılan iddiaya göre Sırp askerleri Racak’ta çok sayıda Arnavut’u kurşuna dizmiş ve daha sonra bunları toplu mezarlara gömmüşlerdi. AB’nin taraf olduğu uzman heyet “katliamı kanıtlayacak ize rastlanmadı” türünden bir rapor yayınladı.
[17] Bu konuda üzerinde durulacak diğer bir nokta şudur ki: Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Tüzüğü’ne göre, mahkemenin görmeye başladığı bir davada ulusal mahkemelerin görevsizlik kararı vermeleri, emperyalizmin hukukunun kendini garantiye almasını göstermektedir. (Tezcan, Durmuş, “Uluslararası Suçları Kovuşturmada Katedilen Yol: Uluslararası Nüremberg Askeri Mahkemesinden Eski Yugoslavya Uluslar arası Ceza Mahkemesine”, age., s. 487.)
[18] Bu konu başka bir mahkemenin de gündemine sokuldu. BM bünyesindeki Uluslararası Adalet Divanı (UAD), tarihindelile kez devletler lrasındaki soykırım iddiasını gündeme aldı. 1993 yılında Bosna, Belgrad yönetimi aleyhinde başvuruda bulunmuştu. UAD davayı ele alıp almamayı değerlendirirken, bir ara kararla Bosna’da soykırımın önlenmesini talep etmişti. Bosna, yargıçların önüne gelen dosya için taleplerini 2003 yılında yeniledi. Bosna, Sırbistan-Karadağ’ı Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal etmek ve etnik temizlik yapmakla suçlarken, mahkemeden soykırım yapıldığının tespitini istedi. 26.02.2007’de Adalet Divanı, Srebniça’daki katliamı soykırım olarak adlandırdı ama Sırbistan’ı doğrudan sorumlu tutmadı. Davada verilen kararla Sırbistan’ın emperyalizme uyumu gözetiliyordu. Mahkemeye göre, aranan savaş suçlularının Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne teslim edilmemesi ve mahkemeyle tam bir işbirliği yapmaması nedeniyle, BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi’ne göre Sırbistan yükümlülüklerini ihlal etmiştir. 2001 yılında ise UAD, Yugoslavya'nın ülkeye saldıran sekiz NATO ülkesi aleyhindeki başvuruyu reddetmişti.
[19] Mahkemenin Tüzüğü’ne göre, bir cürmü insanlığa karşı suç olarak nitelendirebilmek için bir diğer uluslararası suç ile bağlantılı olmasına gerek yoktur. Mahkemenin insanlığa karşı suç kavramı yoruma oldukça açıktır. Oysa Nuremberg Askeri Mahkemesi’nin yetki alanına giren bir diğer suç ile insanlığa karşı suç arasında bir bağın bulunması zorunluydu.
[20] Yaşın, Gözde Kılıç, “Adalet: Galiplerin Hukuku”, Cumhuriyet Gazetesi Strateji Eki, 4 Nisan 2005.
[21] Ertem, Emre, Cathrin Schütz’le Söyleşi, age., s. 32. Siyaset bilimci Schütz Miloşeviç’in savunma grubunda çalışmaktadır.
[22] Odman, Tevfik, “Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yasal Dayanağı”, AÜHF Dergisi, C.45, 1996, s.149-150.
[23] Ertem, Emre, Cathrin Scütz’le Söyleşi, age., s. 32.
[24] Yüksel, Anıl, “Yugoslavya’nın Kırıntıları”, soL Dergisi, Sayı: 233, Şubat 2005, s. 75.
[25] Ertem, Emre, Cathrin Scütz’le Söyleşi, age., s. 32.
[26] Bir hatırlatma yapmak gerekiyor. Uluslararası Adalet Divanı, nasıl Yugoslavya’ya saldıran NATO üyesi ülkeler aleyhine bir başvuruyu geri çevirmişse, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de, benzer bir yol izlemiştir. 2005 yılında, Saddam ülkesini 2003’te işgal eden ABD liderliğindeki koalisyona üye 21 Avrupalı ülke aleyhine dava açmak için başvuru yaptı. AİHM tarafından başvurunun, 21 Avrupa ülkesinin, mahkemenin yargı alanına girmediği gerekçesiyle reddedildiği belirtildi. Saddam Hüseyin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2, 3, 5 ve 6. maddeleriyle ölüm cezasının kaldırılmasına ilişkin 6 ve 13. protokolün ihlal edildiğini öne sürmüştü. AİHM, Irak’ın işgali ile ilgili yapılan bir başvuruyu reddederken, emperyalist saldırganlığa meşruluk yaratıyordu.
[27] Taha Yasin Ramazan’ın yakalandığı sırada gördüğü işkenceyi anlattığı bir mektubu ortaya çıktı. İlk 22 gün maruz kaldığı fiziksel işkencenin, ABD’nin Cenevre Sözleşmesi’ni ihlali anlamına geldiğini savunan Ramazan, “bu işkencelerin ABD’nin kendisiyle işbirliği yapmayan, ulusuna bağlı Arap ve Müslümanlara dönük inanılmaz nefretini gösterdiğini” belirtti. Ramazan sorgu sırasında, “Saddam Hüseyin nerede?” sorusuna “bilmiyorum” yanıtını verdikçe metal çubuklarla beline vurulduğunu, kendi idrarının üzerinde süründürdüklerini, su istediğinde ağzına sıcak su döküldüğünü yazıyor. Ramazan, ölümün eşiğine geldiğini hissedip, şehadet getirdiğinde ise ABD askerlerinin, “Ölmene izin vermeyeceğiz, işbirliği yapman gerekiyor” dediklerini belirtiyor.

[28] Komünist, “ABD’nin ‘İdam’ Kozu”, 10 Kasım 2006, Sayı: 291.
[29] Kararın verildiği gün, 30 günlük göstermelik temyiz süresi başladı ve Saddam’ın savunma ekibi kararı temyiz etti. Başvuru reddedildi ve Enfal davası devam ederken 30 Aralık 2006 günü sabaha karşı, Saddam Kazımiye Mahallesi’ndeki eski bir istihbarat binasında bir grup maskeli cellat tarafından asılarak öldürüldü. İlerleyen günlerde BM tarafından Tıkriti ve Bender’in idam edilmemesi yönünde açıklama yapıldı. Açıklamada yine ABD karşıtı tutum almaktan kaçınıldı. Kukla Irak hükümeti bu idamları kısa süre içerisinde gerçekleştirdi. Tıkriti ve Bender idamından sonra, Taha Yasin Ramazan’ın aldığı ömür boyu hapis cezası idama çevrildi ve Ramazan idam edildi.
[30] Pentagon, 7 Temmuz 2004’te aldığı yeni bir yargılama/soruşturma kararıyla, “Savaşçı Statüsü İnceleme Mahkemesi” kurdu. Askeri yöntemle oluşturulmuş bu mahkemenin görevi, tutukluların “düşman savaşçı” olarak nitelendirilmesinin yasal olup olmadığını incelemek.
[31] Pentagon, Kasım 2005’te yayınladığı bir belge ile tutsaklara fiziksel ve psikolojik işkence yapmayacağını açıkladı. Bu genelge, Savunma Bakanlığı gözetimindeki herhangi bir tutsağa uygulanacak sorgu yöntemlerini belirliyordu. Guantanamo Üssü ve Ebu Garib gibi tesislerin CIA’ya bağlı sayılabileceği ve böylelikle yeni uygulamanın buralardaki tutsaklara uygulanmayacağı belirtildi.
[32] AB üyesi ülkeler, Guantanamo Üssü’nde işkenceye maruz kalan kendi vatandaşlarının tanıklığını bile kabul etmedi. 05.07.06 tarihli Fransız Liberation gazetesinin haberine göre, Fransız istihbaratının Guantanamo’da sorguladığı 6 kişinin Paris’te yargılanmasına başlandı.
[33] Tutsakların tutuklanmalarının haksızlığına ve ABD’de yargılanmasına ilişkin bir başvuruyu gündeme almayı kabul eden Columbia Bölgesi Temyiz Mahkemesi, Guantanamo Körfezi’nin ABD Anayasası’nın güvencesinde olmadığını, bu nedenle tutsakların ABD Federal Mahkemelerinde sorgulanamayacaklarını belirterek reddetti.
[34] Paye, Jean-Claude, “Guantanamo ve Yeni Hukuk Düzeni”, Monthly Review dergisi, Mayıs 2005, Çev. Ulutaş, T. Barbaros, www.toplumsalhukuk.net.
[35] Cerrahoğlu, Nilgün, “Guantanamo Hukuku”, Cumhuriyet Gazetesi, 3 Temmuz 2006.
[36] Şubat 2007’de Washington Temyiz Mahkemesi Guantanamo'da yasadışı şekilde tutulanların alıkonulmalarını yargıya taşımalarını, 2006 Eylül sonunda yasalaşan Askeri Komisyonlar Yasası'na dayanarak reddetti. Kişilerin keyfi olarak tutuklanması ABD yargısı tarafından temyiz nedeni olarak kabul edilse de, bu hüküm düşman savaşçılara uygulanmayacaktı.
[37] Gülhan, Ozan, “Oyunun Kuralları Değişti”, Günışığı Hukuk Dergisi, Sayı: 29, Ekim 2005, s. 13.
[38] Yeni ordu saha kitapçığı: ABD ordusundaki askeri savcıların sorgulamalarda ABD yasalarına ve uluslararası hukuka uygunluğu sağlamak üzere bağlı kaldığı bir kitapçıktır.
[39] ABD’nin faaliyetlerine meşruluk sağlayan sıradışılık, ABD’nin kendine tanıdığı bu imtiyazlar AB tarafından da savunuluyor. Aynı durum ABD ve AB arasında 25 Haziran 2003’de Washington’da imzalanan, suçluların iadesi ve işbirliği anlaşmasında da söz konusu. (Paye, Jean-Claude, “Guantanamo ve Yeni Hukuk Düzeni”, age.) ABD tarafından açıklanan, tanıdığı diğer ülkelerdeki insanları alma ve kendi keyfine göre bulundurma hakkının, diğer ülkeler tarafından da kabul edilmesi tam anlamıyla zorbalık, hukuktan uzaklaşmadır.